Geçen gün bir dostumla sohbet ederken, “Beni artık kimse kırmıyor,” dedi. Yüzündeki dingin ifadeye bakarken, bu sözün arkasındaki olgunluğu hissettim. İnsan kolay kolay oraya varamıyor.
Kırgınlıklarımız da, özlemlerimiz de, umutlarımız da hep gönlümüzde yer edenlerle ilgilidir. Birine kırıldığımızda aslında ona değil, kendi içimizde beslediğimiz o hayale, o umuda kırılırız. Çünkü gönül, sevdiğine anlam yükler; her bakışına, her sessizliğine, her uzaklığına bir mana giydirir. Ve ne zaman o mana yıkılsa, insanın içi sarsılır.
Gönül, kırıldığı kadar genişleyen bir yer. Her inciniş, içimizde yeni bir derinlik açar. Kırıldıkça büyür, sevdikçe öğreniriz. Gönül bazen bir aynadır; karşımızdakinde kendi eksikliğimizi görürüz. Bazen de bir mabet gibidir; orada affetmeyi, şükretmeyi, sabrı öğreniriz. Belki de bu yüzden en büyük sınavlarımız, en çok sevdiklerimizden gelir.
İnsanın içinde bir mahzen var; kimsenin göremediği, ama her şeyin oradan geçtiği gizli bir oda. Orada çocukluğundan kalan kırıklıklar, unutulmuş sitemler, söyleyemediğin cümleler ve bir türlü tamamlanmamış sevgiler duruyor. Gün geliyor, birinin bakışı ya da sözü o mahzeni titretiyor. Sen zannediyorsun ki karşındaki seni yaraladı. Oysa o sadece elinde bir fener tutup, içindeki eski yarayı sana gösterdi. Yani seni inciten kişi değil, sende yankılanan hatıradır.
Bazen biri bir cümle söyler ve senin yüreğin daralır. “Bunu bana nasıl söyler?” dersin. Oysa o cümle, senin zaten inandığın bir şeyi görünür kılmıştır: “Ben değerli değilim.” “Kimse beni anlamıyor.” “Sevilmeye layık değilim.” İşte gönül koyduğumuz her şey, bu iç inançların yüzeye çıkma biçimidir. Ruh, bize der ki: “Bak, hâlâ burada bir yara var.” Kırılmak, o yarayı fark etme fırsatıdır. Yani her incinme, aslında içsel bir çağrıdır. Gönül, kendi sesini duymak için bazen acıya ihtiyaç duyar.
Kırıldığımız yerde iki yol vardır: Ya kapıyı kapatır, “Beni affetmesini beklemiyorum ama ben de affetmem,” deriz. Ya da içimize döneriz. Çünkü affetmek, karşındakine verilmiş bir ödül değil; kendine uzatılmış bir armağandır. Affettiğin an, kalbini geri alırsın. Kırgınlığını değil, özgürlüğünü seçmiş olursun. Ve o anda anlarsın: Gönül koyduğum kimse, aslında beni kendime döndürdü.
Birini çok sevdiğinde, o sevgide kendini bulduğunu sanırsın. Gözlerine baktığında huzur hissedersin, sesini duyduğunda evine dönmüş gibi olursun. Sonra bir gün o gözlerde kendini göremez olursun. İşte orada gönül koyarsın. Ama sevgi bitmemiştir, sadece yön değiştirmiştir. Artık o sevgiyi dışarıda değil, içinde bulman isteniyordur. Evren, sevgiyi senden çekmez; seni sevginin kaynağına, yani kendine yönlendirir. O yüzden kaybettiğini sandığın anlar, aslında seni özüne çağıran dönemeçlerdir.
Tasavvufta denir ki: “Gönül, Yaradan’ın nazargâhıdır.” O’nun baktığı yer, kalbin ta kendisidir. Demek ki gönül koyduğumuz her şey, aslında içimizdeki İlahi parçanın seslenişidir. Birine kızarken, birine kırılırken, bir şeyi çok isterken bile o özlem konuşur: “Ben seni bulmak istiyorum.” “Ben birliğe dönmek istiyorum.” “Ben, içimdeki sevgiyi hatırlamak istiyorum.” Gönül koymak, işte o hatırlayışın sancısıdır bazen. Çünkü gönül, sevgiye dönmek ister. Ama önce içindeki gölgeden geçmesi gerekir.
Gönül durulduğunda su gibidir. Suya bir taş atarsın, önce dalgalanır; ama biraz beklersen berraklaşır. Kalp de öyledir. Bir söz, bir ayrılık, bir hayal kırıklığı onun yüzeyini sarsabilir; ama derinlerde hep bir huzur vardır. Oraya ulaşmanın yolu, dışarıya değil, içeriye dönmektir. Kendine sormaktır: “Ben şu an neye gönül koydum?” “Bu his bana neyi göstermek istiyor?” Her cevap seni biraz daha özüne yaklaştırır, biraz daha “ben”i bırakır, “O”na yaklaşır. Ve sonunda anlarsın ki, gönül koyduğun herkes seni Yaradan’a taşıyan bir elçiydi. Her kırılma, içsel olgunluğunun bir adımıydı. Her sızı, seni derinleştiren bir dua…
Bir gün geliyor, artık kimseye gönül koymamayı öğreniyorsun. Çünkü fark ediyorsun ki hayat, bir yansıma sanatıdır. Sen neysen, dünya da sana onu gösteriyor. Kendine ne kadar şefkatle bakarsan, o kadar şefkat görüyorsun. Ne kadar affedersen, o kadar hafifliyorsun. Ve bir noktadan sonra anlıyorsun: insanlar seni kırmak için değil, seni kendine döndürmek için hayatına giriyorlar. O zaman her birine teşekkür ediyorsun. Çünkü onlar sana öğretiyor, kırılmanın bile bir dua olduğunu.
Fark edersin ve kalbinden şu sözler süzülür:
“Artık biliyorum; ben sevgiyi birine yönelttiğim için değil, sevginin kendisi olduğum için hissediyorum. Eskiden gönlümdekilere gönül koyardım; kim yanımda kalır, kim gider, kim beni sever diye düşünürdüm. Şimdi ise anlıyorum ki, sevgi dışarıda birine ait değilmiş. Sevgi, içimde doğan bir ışıktaymış.
Çünkü gönlümdeki kişiler değişse de, gönlümle sevmek hep aynı kalıyor.
Ve bu sevgi, Yaradan’dan bana üflenen o saf, tükenmeyen öz.”
Ve anladım ki; gönül bir yeri değil, bir hâli sever. O hâl bizde olduğunda, kim gelirse gelsin, kim giderse gitsin, sevgi eksilmez.
Sevgiyle kalın…





