Kişi bir ilişkide, koşulları sebebiyle ve kendi yaşadığı içsel boşluğu doldurmak adına, sonuçlarının çıkmaz sokak olduğunu bile bile neden tutunur?
Bunu kendime ilk kez yüksek sesle sorduğumda, cevabın o ilişkide değil, kendi içimde saklı olduğunu fark ettim.
Ben o ilişkiye tutunan kişiydim.
Biliyordum, o yolun sonunda beni bekleyen şey bir bütünlük değil, bir duvar olacaktı.
Ama yine de kaldım.
Kalmamı sağlayan şey sevgi değil, zihnimin bana oynadığı sessiz oyunlardı.
Zihin öyle ince işler ki, acıya bile anlam yükleyebilir.
Her kırılmayı “büyümenin bedeli”, her uzaklaşmayı “aşkın sınavı” gibi gösterir.
Benimki de öyleydi;
her defasında “belki bu kez olur” diyordum.
Belki bu kez değişir, belki bu kez anlar, belki bu kez beni görür…
Zihin bu “belki”lerle bir masal kurmuştu bana.
Ben de o masalın kahramanı olduğuma inanmıştım.
Oysa gerçekte, kahraman değil, kendi eksikliğinin peşine düşmüş biriydim.
İçimde dolduramadığım bir boşluk vardı;
anlam, sevgi, görülme arzusu…
Ve o ilişki, bu boşluğu bir süreliğine susturuyordu.
Jung der ki, “Kişi, kendi içinde bulamadığını dışarıda arar ve sonunda orada da bulamaz.”
Ben de kendimi bulamadığım yere, bir başkasının kalbine sığdırmaya çalışıyordum.
Zihnim bana sürekli küçük oyunlar oynuyordu.
Mesela, yalnız kalma korkumu sevgiyle karıştırıyordu.
Bir başkasının varlığıyla dolu hissedince, “işte bu sevgi” diyordum.
Ama aslında sevgi değildi o —
kısa süreli bir tamamlanma hissiydi, boşluğu susturan bir yankıydı sadece.
Zihin, boşluğu susturmayı bilir; ama onu iyileştirmeyi bilmez.
Bir gün fark ettim:
Ben o ilişkiye değil, o ilişki sayesinde hissettiğim “varlık duygusuna” tutunuyorum.
Kendimi sevilebilir, değerli, görünür hissettiğim o anlara.
Zihin, o anları büyütüp parlatıyor, aradaki sessizlikleri silip süpürüyordu.
Sanki gerçeği değil, gerçeğin bana iyi hissettiren halini yaşamak istiyordum.
Jung’un “gölge” dediği şey, tam da burada devreye giriyor.
Ben o insanda aslında kendi gölgemi görüyordum:
onaylanma ihtiyacımı, sevilme açlığımı, terk edilme korkumu.
O kişi, benim içimde bastırdığım her şeyin aynasıydı.
Ve ben o aynada kendimi görmeye dayanamadığım için, ona bakmaya devam ettim.
Zihin, bu yüzleşmeyi engellemek için hemen devreye girdi —
“Bu kadar emek verdin, kolay vazgeçme.”
“Belki o da senin kadar acı çekiyor.”
“Zamanla her şey düzelir.”
Oysa düzelmedi.
Çünkü ben kendimi onarmadan, kimseyle bir şey düzeltemezdim.
Zihin, duygusal açlığı besleyen bir mekanizmadır.
Ne zaman boşluk hissedersen, seni tanıdık acıya yönlendirir.
Çünkü tanıdık olan acı, bilinmeyen iyileşmeden daha güvenlidir.
Ben de bu yüzden orada kaldım:
Tanıdık olanı kaybetmek, bilinmeyene yürümekten daha korkutucuydu.
Ama bir gün sessiz bir akşamda, zihnim sustu.
İçimdeki ses ilk kez fısıldadı:
“Artık onunla değil, kendinle kalmayı öğrenmelisin.”
O anda anladım —
Ben o ilişkiyi değil, kendimden kaçışımı seviyordum.
Kendi içimde yüzleşmeye cesaret edemediğim boşluğu, bir başkasının varlığıyla doldurmaya çalışıyordum.
Ama o boşluk, hiçbir dış sesle dolmuyordu.
Çünkü o, beni bana çağıran bir derinlikti.
Jung’un sözleri zihnimde yankılandı:
“Dışarıda ne ararsan ara, sonunda yine kendi içine dönmek zorundasın.”
Ben de döndüm.
Acıyla, sessizlikle, çıplak gerçeğimle…
Ve orada, o boşluğun ortasında, bir şey fark ettim:
Ben eksik değilmişim.
Sadece kendimi duymaktan korktuğum için başkalarının sesine tutunmuşum.
Zihin hâlâ bazen o oyunları oynamak istiyor.
Ama artık farkındayım.
Çünkü biliyorum, bazı ilişkiler bitmek için değil, insanı kendine döndürmek için gelir.
Ve bazen, bir çıkmaz sokaktan geri dönmek, yaşamın en derin ilerleyişidir.





