Hasan A. Deveci
Çözümü federasyonda aradığımız kır kiki yılda ‘asker ve garantiler’ her iki tarafın kırmızıçizgisi olduğundan anlaşmayı kısmen önlediği söyleniyor. Görüşme masasına sevk edilmeyen bu başlıkların güncelleşmesini takiben, Dışişleri Bakanı Tahsin Ertuğruloğlu, BM parametreleriyle sürdürülen müzakerelerin bitmişliğini ve olacaksa yeni bir sürecin ‘devletten devlete’ olması gerektiğini 26 Temmuz, 2017’de noktalamıştır. Öngörülen müzakerelerin çok farklı düzeyde olacağını düşünürsek, KKTC devlet mi, devlet olarak tanınabilir mi gibi soruları sormamız kaçınılmazdır.
Asker ve garantilerin kırmızıçizgi oluşunun ardında, müzakere masasında çözüm arar görünümü yaratırken, Rumların Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlama yollarını arayışları Türklerin ise Rum boyunduruğuna girmeme azmi saklı olduğu herkesin bildiği, kimsenin söz etmediği bir gizlidir. Yunanistan’ın Lozan Anlaşmasını hiçe sayarak Midilli, Sakız, Sisam ve 12 adalar gibi deniz sınırı bölgeleri silahlandırdığına; BM kayıtlarında ifade edildiği gibi1960’larda Kıbrıs’a gizlice asker soktuğuna; 1997-98’de Türk askerinin adada olmasına rağmen Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin Kıbrıs’a S300 füzelerini yerleştirme çabalarına bakılırsa asker ve garantilerin devre dışı bırakılması hem Kıbrıs Türkünün güvenini hem de Türkiye’nin güney cephesini tehlikeye atma niteliğini taşıdığı anlaşılır ve kabul edilemez. Mutlak çözümün önünü açmak uğruna ‘asker ve garantileri’ feda etmeye meyil tutacaksak a) var olan KKTC’yi tanıtmanın ve gereği halinde Türkiye’nin müdahalesine başvurarak güvenimizi sağlamanın veya b) oluşacak federasyondan ayrılıp özgür devlet kurma hakkını federasyon anayasasına yansıtmanın yollarını araştırmamız gerekir.
Önce devlet. Ne kadar da ‘devlet’ ve ‘devletlerarası’ kavramları 1648’ze dayansa da, günümüzdeki devlet anlayışı Amerika Cumhurbaşkanı Wilson’u 1919 ilkelerini temel alan 1945 Birleşmiş Milletler Anlaşmasına dayanır. Farklı tariflere tabi olsa da, 1933 Montevideo Konvansiyonunun birinci maddesinde ‘devlet’ uluslararası hukukta a) mutlak topluluğu, b) belirli toprakları, c) hükümeti ve d) uluslararası ilişkiler kurma kapasitesine sahip bir oluşum diye tanımlanır.
Bu anlamda ‘mutlak topluluk,’ değişken veya göç eden olsa dahi, sayısı önem taşımayan fakat coğrafi bir bölgeye bağlılığı öngörülen bir halktan oluşur. Örneğin, Pasifik’te 10,000 nüfuslu Nauru adası ve 24,000 kişilik değişken nüfuslu Vatikan birer devlettirler. Belirli topraklara gelince, önem taşıyan sınırların değil ‘bölgenin’ var oluşudur. Kuzey ve Güney Kore, İsrail ve Filistin gibi ülkelerin sınırlarının kesin olamamasına rağmen hepsi birer devlettir. Hükümetin varlığı ve uluslararası ilişkiler kurma kabiliyeti birbirini tamamlayan ve ülke yönetme özelliğini taşıyan unsurlardır. Öyle ki Dayton Anlaşmasını takiben Filistin 100 ülke tarafından devlet olarak kabul edilmiştir. Kıbrıs’ta, ‘dini, dili, kültürü’ kendine öz Türk toplumun varlığı 1960 Anayasasında, BM dosyalarında ve çeşitli ülke kaynaklarında kayıtlıdır. Kıbrıs’ı kuzey-güney diye ayıran ve dolayısıyla KKTC topraklarını belirleyen Yeşil Hat vardır. Hükümet dersek, Türk halkının seçimiyle görev başına gelen bir yönetim ve gerek Türkiye gerekse İslam Ülkeleri Örgütü ve benzeri oluşumlarla işbirliği kuran bir hükümet vardır. Üstelik Emin v Yeldağ [2002] davasında, İngiltere Birleşik Krallığı Yüksek Mahkemesi KKTC yasaları dâhilinde Kıbrıs mahkemesinde yer alan ayrılık davasını geçerli kabul etmiştir. Kısacası, KKTC 1905’dan beri hukukçu Oppenheim tarafından savunan devlet tarifine ve Montevideo Konvansiyona uyum sağlayan bir kurumdur.
Gelelim KKTC’nin aşması gereken özgür devlet (self-determination) hakkı ve daha da çelişkili ‘tanınmak’ sorununa. Devlet tanımının esasını sağlayan BM Anlaşmasının birinci maddesi toplumların eşitliğini ve özgür yönetim hakkını noktalar ama ayni zamanda var olan devletin millet ve sınır birliğinden söz eder. Sadece birinci maddeyi itibara alırsak, KKTC 1960 Kıbrıs Cumhuriyetinin millet ve sınır birliğini istila ettiği ileriye sürülür. Öte yandan, Cumhurbaşkanı Wilson’un ilkeleri, 1960 sonrası geçmişin sömürge ülkelerinin BM katılımı ve takibindeki gelişmeler itibara alındığında ortaya farklı bir tablo çıkar. Wilson din, dil, kültür paylaşımlı toplumların özgür yönetim hakkını a) yabancı etkenlerin baskısına direnen, b) kendi devletlerini seçme olanağına sahip ve c) halkın kabulünü gören temsilci demokratik hükümetin oluşuna addeder. 1945 sonrası hukuki gelişmelere göz atarsak, 1960 Sömürgelerin ve Halkların Özgürlüğü Bildirisi dış etkenlerin yerel toplumlara baskısını, hâkimiyetini veya istismarını, insan haklarının istilası olarak nitelendirir. 1966 Uluslararası Sivil ve Siyasi Sözleşmesi azınlıklar dâhil tüm toplumların özgür yönetim hakkının inkâr edilmez olduğunu yazar. 1970 BM Genel Kurulu 2625 kararı, 1975 Helsinki Mukavelesi, 2007 Yerel Toplumların Hakları ve benzer açıklamalar ayrılık göstermeksizin toplumların eşitliğinin, özgür yönetiminin ve hükümette temsil edilmelerinin kaçınılmazlığını noktalar. Üstelik Kıbrıs Türkü Rum vahşetine uğramış, 1960 Cumhuriyetinden kovulmuş ve yılların müzakereleri çözüm bulamamıştır. Buchheit ve Frank gibi hukukçular devlet sınırları dokunulmazlığı günümüzün insan hakları gerisinde kaldığını ve insan hakları çiğnenen toplumların var olan devletten ayrılmasının yasal hakkı olduğunu savunur. Uluslararası bildiri ve kararlara rağmen Kıbrıs Türk toplumunun 1960 Cumhuriyetindeki temsili yitirildiği, insan haklarının çiğnendiği ve amansız bir istismara uğratıldığı, örneğin, 1964 BM (Ortega) raporundan 2014 Uluslararası Kriz Gurubun araştırmalarına aktarıldığı, hatta geçmiş Rum yönetimi Cumhurbaşkanı Clerides 2003 tarihli anılarında günümüzdeki çözümsüzlüğü Rumların Kıbrıs’ı Rum ülkesi haline getirme çabalarına bağladığı bilinmektedir. Öyleyse, yasal ve akademik birikim hem Kıbrıs Türküne yöneltilen ve çözüm bulmayan Rum saldırısı KKTC’nin 1960 Cumhuriyetinden ayrılmasını yasallaştır, hem de Türk toplumun varlığı, bir coğrafi bölgede toplanması ve kendi hükümetini seçmesi KKTC’nin devlet kıldığını onaylar.
Uzmanların bir kısmı ‘devlet’ Montevideo’nun dört şartını tamamlayan toplumlar devlettir iddiasını, yani KKTC’nin hale hazırda devlet olduğunu, ötekiler böylesi bir oluşumun başka devletler tarafından devlet olarak tanındığı zaman devlet olur görüşünü savunur. Sözkonusu görüş çelişkisi a) günümüzde 1960 Cumhuriyetinin ve b) sadece Türkiye tarafından tanınan KKTC’nin hukuki durumlarının ne olduğu sorularını zorunlu kılar. Evet, BM Güvenlik Konseyinin Kıbrıs’a asker göndermesini onaylayan186’ci kararı ‘Kıbrıs Cumhuriyeti kabulü ile’ yürürlüğe girdiğini ve 541’inci kararının KKTC’nin ilanını tanımadığını noktalar. Fakat 186’ncı kararın Uluslararası Adalet Divanı Namibia [1971] davası yorumunca günümüzde Türk toplumunu temsil etmediğinden geçerliliğini yitiren 1960 Cumhuriyetinden bahsettiğini ve Lauterpacht’ın 541’inci kararın ‘keyfi, ayrımcı … ve yasal olmadığı’ görüşünü hatırlatmak yerinde olur. Özetle, Güneydeki yönetim (1960 iki toplumlu) Kıbrıs Cumhuriyeti değil Güney Kıbrıs Rum Yönetimidir. KKTC’ye gelince, 1960 Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi tarafsız başkanı Dr. Heinz federasyon iki devlet arasında hayata geçtiğine bakılırsa, Kıbrıs’ta Federasyon çözümü aramak iki devletin varlığı, dolayısıyla KKTC’nin halen devlet olduğu, anlamına geldiğini vurgular.
Tartışma götüren iddialara rağmen kaçınılmaz bir hakikat varsa, örneğin, tanınmamış bir KKTC’nin BM veya Dünya Para Fonuna üye olamayacağı ve devlet tanımlığı hukuki ilkelerden öte siyasi çıkarların üstünlük kazandığı bir ortamda gerçekleştiğidir. 1967’de Fransa’nın Nijerya’daki Biafra ayrımcılarını desteklemesi, 1975’de Batı Dünyasının Doğu Timur’un işgaline göz yumması, 1975’de Kıbrıs Türk Federe Devletinin kurulmasını ‘üzücü’ bulan BM’nin 1983’de KKTC’nin ilanını ‘yasa dışı’ sayması ve 2007’de Kosova’nın tanımı siyasi nedenlerle bağdaştığı söylenebilir. KKTC’nin tanınması (asker ve garantileri gerektirmeksizin) Kuzey Kıbrıs’ın Ana Vatanla kültürel, parasal, askeri ve siyasal bağlarının devamını koruyacak; dış dünya ilişkilerinin genişleme imkânını sağlayacak, Rumların Güzelyurt ile Maraş’a taleplerini geçersiz kılacak ve Ercan hava alanına uluslararası alan niteliğini kazandıracak. Öte yandan, Rumlarla yeni bir sınır oluşturacak, Rumların keşfettiği enerji kaynakları paylaşılmayacak ve Türkiye’nin AB üyeliğine köstek olacak. Doğru ama nasılsa, hale hazırda bir sınırı temsil eden ‘yeşil hat’ vardır ve 1964’de AB üyeliğine başvuran Türkiye günümüze dek iki adım ileri bir adım geri giden tek ülke durumundadır.
Söylendiği gibi, siyasetin ağır bastığını kabul edersek, İngiltere’nin AB’den ayrılma kararının, Orta Doğudaki savaşların, Akdeniz’de enerji kaynaklarının Türkiye üzerinden Avrupa’ya sevki ve Türkiye’nin dış siyaseti gibi gelişmelerin KKTC’nin tanınmasına yol açacağı sonucuna varabiliriz. Bilinen, çözümün federasyonda arandığı ama kırk iki yıllık siyasetin çözüm getirmediği, çözüme yaklaştıkça uzaklaştığıdır. Savunulduğu gibi seçeneğimiz varsa, can güvenliğimizle birlikte insan haklarımızı koruyacak çözümü a) Kıbrıs Türkünün isteği halinde, özgür KKTC devletinin kayıtsız şartsız yaşama geçmesini anayasasında yansıtacak Kıbrıs Federe Devletinde veya b) var olan, KKTC’nin günümüzde tanınmasında bulabiliriz.