Anavatan Türkiye’ye son yıllarda başta masa üstünde ekonomik, yurt içinde ve yurt dışında askeri, uluslararası platformlarda da siyasi olmak üzere, akıl almaz yöntemlerle her türlü saldırı yapılmakta.
Belli ki birileri Türkiye’nin güçlenmesinden, asırlar önce yaşandığı gibi Avrupa’ya karşı tekrardan ekonomik, askeri ve siyasi tehdit oluşturmasından korkuyor. Bu korkunun politikaya yansıması, son Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin (AKPM) aldığı son kararla bir kez daha ortaya çıktı.
AKPM’nin aldığı karar özetle; Türkiye ile bağları koparmamak ama gevşek bırakmak, Türkiye’nin hareketlerini kısıtlayarak baskı ve denetim altına almak, Avrupa kapısını tam olarak kapatmamak ama kındırık (çok az aralık) bırakmak şeklinde yorumlanabilir.
Türkiye AET görüşmeleri, 1958 yılında AET’nin kurulmasından sonra, Demokrat Parti (DP) iktidarının sıkıntılı günlerinde, dâhi Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun geniş ufku sonucunda yaptığı girişimlerle 1959 yılında yapılan başvuru ile başlamıştı. 27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleştirilen askeri darbe olmasaydı belki de Türkiye, 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanan Ankara Antlaşması’nın daha da ötesine geçecek ve ileriki yıllarda AET’nin tam üyesi olacaktı. Ankara Anlaşması ile Türkiye-AET ilişkileri, ortaklık ve katılım yönünde ilerleyeceğine, tek taraflı AET’nin lehine işleyen bir ithalat-ihracat anlaşmasına dönüştü maalesef.
Türkiye, neredeyse son 60 yıldır Avrupa Birliği (AB) ile görüşmeler içinde ve 50 yıldır da AKPM’nin üyesi. Üstelik AKPM’de en çok koltuğa sahip ülkelerden bir tanesi. 1996 yılında “Siyasi Denetim” statüsüne yükseltilmiş, 2004 yılında da bu statünün bir üst kademesi olan “Denetim Sonrası Süreç” aşamasına terfi etmişti. Bunun da bir üst kademesi “Tam Üyelik” yolunda görüşmeler devam ederken, Fransa ve Almanya’nın Türkiye’nin AB’ye girmesinin kendi siyasi ve ekonomik çıkarlarına aykırı olacağı öngörüsü ile etik veya çirkin her tür engelin Türkiye’nin üyeliğine giden yola konmasına başlandı. Önce Don Kişot gibi Fransa’nın kaktırması (iteklemesi) ile meydana çıkan Kıbrıs Rum Yönetimi, Kıbrıslı Türklere yıllarca uyguladığı ekonomik ve can almaya yönelik “Soykırım”ı kasıtlı olarak unutturup, Ankara Anlaşmasının arkasına saklanarak altı başlıkta “Veto” koydu. Arkasından da Fransa kendi çıkarları doğrultusunda vetolarını sıraladı. Şu anda katılım için gerekli olan 33 başlığın sadece 16 tanesi açılabilmiş durumda. Halen gerektiği gibi kapatılmış olan bir başlık da yok.
AKPM’nin aldığı son kararla şimdi bunların hepsinin üzerine bir sünger çekildi ve Türkiye’nin konumu, 2004 yılının gerisine götürülerek “Siyasi Denetim” statüsüne indirgendi. Bu aşamada Türkiye’nin önünde iki seçenek var. Bir tanesi AB’nin yüzüne kapıyı çarpıp “Canınız cehenneme” diyerek tüm bağları koparmak, diğeri de tam tersine bu yaşananlardan ders alıp, AB kapısını daha da açacak yeni stratejiler belirleyerek girişimler yapmak.
Mantıkla duygularımızı karıştırmamayı başarabilirsek, Türk insanının “Orta Asya”dan hep Batı’ya doğru hareket ettiğini, yüzünün de her dönemde, belli açılarla, bazen çok bazen de az, Batı’ya dönük olduğunu göz ardı etmeden, yeni bir strateji belirlenmesi, sanki de daha doğru bir davranış olacakmış gibi gözükmekte.
Bu bağlamda, AB ile olan ekonomik bağlarımızın çok güçlü olduğunu ve AB ile olan veya da olacak olan ilişkilerin ekonomiden bağımsız olamayacağını dikkate alarak, AKPM’nin bu kararının iyi okunmasının gerekli olduğu ve “Lobi çalışmaları”nın, “Algı Yönetimi”nin, “Toplum Mühendisliği”nin ve STK’ların öne çıkartılarak yeni yöntemlerle, yeni türde bir mücadelenin başlatılmasının daha doğru olacağı daha ağır basmakta, küsmek, darılmak yerine…