Kendi köyümden (Vadili) yürüyerek uzaklaştıkça, doğal olmayan görüntüler ve kokular arkamda kalıyordu. Doğanın, doğal güzelliğine doğru yürüdükçe, insanoğlunun kendi kara elleriyle yarattığı kötü olan her şey geride kalıyordu. Ne mevkinin, ne paranın, ne markanın-makamın, ne de üzerimdeki giysi ve ayakkabı markasının hiç bir önemi ve ayrıcalığı yoktu.
İnsanın insana ettiği, uğrattığı zarar, ne doğa, ne de sokak köpeklerinden kaynaklanmıyordu.
Yol boyunca, zaman zaman bana eşlik eden servi ağaçlarının o çok eski, tanıdık kokusu yoldaşlığında toprak yolda yaptığım 1 saat 15 dakikalık 8 km’lik yürüyüş boyunca, yağmur sonrası toprak kokusundan tezek kokusuna kadar,
hepsini soludum.
Tepemden üç ayrı uçak geçti. Telefonum cebimde uçuş ayarındaydı, fakat ben yürüyordum.
Üstelik, her köşesinde, tepesinde, ağacında, yamacında çocukluğumun anıları olan Mesarya Ovası’nın tam ortasındaydım.
Etrafta göz alabildiğine sürülmüş toprak, yer yer gonnora çalısı vardı. Kıraçlarda kurumuş ve yeniden yeşermeyi bekleyen otluklar göze çarpıyordu.
Vakit akşam üzeri, arkamda parçalı, kızıl yalımlı bulutların arasından tepeliklerin arkasına doğru batmak üzere olan sonbahar güneşi ensemi ısıtıyordu.
Hava ne terletiyor, ne de üşütüyordu.
Batıdan doğuya doğru yürüyordum, solumda masmavi sıralı Beşparmak dağları, sağımda kurşuni Arçoz tepelikleri olan Farkona ve Gorona yükseltileri.
Tam önümde, bu istikamete doğru 1 saat daha yürüsem buluşacağımdan emin olduğum çocukluğumun aşkı Doğu Akdeniz.
Yükseltilerden rüzgarla birlikte gelen, hiç birinin rahatsız etmediği, çok eskiye dair, her birinin ayrı bir anısı ve anlamı olan kokuların bütünsellik içinde ve armonik bir şekilde verdiği aromalı koku beni bambaşka unutulmuş eksi anılarıma götürüyordu.
Mesarya’da zeytin, hurma, okaliptüs ve Kıbrıs akasyası gibi ağaçlar, kargalar, diğer kuşlar, otlar, böcekler, rüzgar ve toprak dışında oraya ait olmayan sadece ben gibiydim. Fakat yürüdükçe doğaya karışıp onun bir parçası gibi hissediyordum kendimi.
Bir çiftçi, çok uzakta, traktörüyle ağır-ağır nemli toprağı sürüyordu. Rüzgar ters istikamette hafif estiği için, ne toz kalkıyordu ne de toprak. Doğa, kendi temizliğini böyle koruyordu. Yürüdükçe doğaya ait olmayan tek bir şey gözüme çarpmadı.
Geri dönüş yolunda, köyün minaresinden okunan ezan vurdu kulaklarıma. Çok uzaktan ve neredeyse duyulmaz bir şekilde. Gelişigüzel sıralanmış evlerin damları ve beyaz duvarları gözüme ilişiyordu.
Köye yaklaştıkça önce kötü kokular vurdu burnuma. Yol kenarındaki çöpler çoğaldı. Yol çamurlaştı. Kavrulmakta olan soğan kokuları, çocukluğumda olmayan kötü, garip, tanımlayamadığım pis kokulara karıştı. Köyün girişindeki ağaçlar daha bir renksiz ve solgundu.
Toprak yoldan asfalt yola girdim. Böylelikle mahalleme de adım atmış bulunuyordum. Arabalar yoldan geçtikçe, egzoz kokusu burnumun direğini sızlatıp, yürüyüş boyunca aldığım tüm doğal koku ve oksijeni kirletti.
Araçların tekerleğinden fırlayan pis çamur zerreleri paçalarımı kirletti.
Kaldırım zaten yoktu.
Aslında vardı da, belediye başkanının emriyle taşları sökülüp götürülmüş, bir kere daha yerine konmamıştı. Başıboş köpekler karşıladı beni.
Evimizin önündeki kamu arazisi hala bomboştu, ne tek bir ağaç vardı, ne de bir çocuk parkıydı.
Oysa gelmiş geçmiş tüm belediye başkanları bu alan için ağaçlandırma ve çocuk parkı sözü vermişti.
Fakat, biliniyordu ki “Yalandan kimse ölmezdi!!!”
Tam o sırada, özel plakalı aracıyla, 13 köylü işçiyi çeşitli yasal ve siyasal entrikalarla ekmeğinden eden belediye başkanı, burnu bir karış havada, havası yerinde, en fiyakalı forsuyla, en cakalı edasıyla çamura batmış kaldırımsız sokağımızdan; yanımdan geçti.
Bir çamur parçası daha sıçradı paçalarıma.
Kaldırımda diz boyuna gelen deve dikenlerinden biri bacağıma battı, kanattı.
Mahallemizin beslediği, başıboş sokak köpekleri, sadece izi kalmış, taşları sökülmüş, çamura batmış kaldırım izi üzerinden özel plakalı aracın arkası sıra havlayarak seyirdi.
İnsanın insana ettiği, verdiği kalp kırıklığı, uğrattığı zarar ne doğa, ne de sokak köpeklerinden kaynaklanmıyordu.
Hava kararmış, sokak lambaları sokağı aydınlatmıyor, çünkü yanmıyorlardı.
Belediye başkanının özel plakasındaki başkan forsu, araç çok uzaklaşmış olsa da hala pırıl pırıl parlıyordu.
Candaş Özer
Gazeteci-Yazar-Şair