Afrika gazetesi önünde başlayıp Meclis’e bulaşan rezilane olaylar zincirinde fatura polise çıkarıldı ve olaylara karışan elebaşılardan bir grubunun yıldırım hızıyla yargılanıp, hapse tıkılmasına rağmen bir grubun halen serbest dolaştığı, polisin de askere bağlı olmasından dolayı gereğini yapmadığı iddiaları hergün basında yer almaya devam ediyor.
Vallahi komik oluyorsunuz, hem de gereğinden fazla komik…
Tamam, polisin halen askere bağlı olması bir anomali, bunu bir yere kadar kabul ediyoruz.
Peki ama bu eğreti, dandik devletin maliyesi de TC maliyesine bağlı!!!
Bu ülkedeki bütün mali yatırımlar, mali sistem, TC ile yapılan ekonomik protokollere bağlı değil mi!
Bu ülkede yapılan ve yapılacak bütün yatırımları TC finanse etmiyor mu!
Yoksa KKTC’nin bütçesi rahmetli dedemin bakkal dükkanındaki kasaya mı bağlı!
Cumhurbaşkanı da TC Dışişlerine bağlı!!!
Kıbrıs konusunda Rum tarafıyla TC Dışişleri görüşüyor, bizimki yanlarında figüran olarak oturuyor…
Bir avuç çapulcu organize olmuş da, Afrika gazetesine ve Meclis’e saldırmış da, polis gereğini yapmamış da, çünkü polis askere bağlıymış da, asker de TC Genelkurmayı’na bağlıymış da, da…da…da…
Yahu bir defacık olsun adam olun ve deyin ki biz Kıbrıslı Türkler olarak bu bir avuçluk toprak parçasını yönetemedik, yönetemiyoruz, bu kafayla yönetemeyeceğiz de…
Diyemezsiniz, çünkü bu memleketin siyasetçi tayfasının sağcısı da solcusu da aynı hamurdan, aynı türden alavereci, dalavereci, yüzsüz ve onursuz…
Vatan millet sakaryacı geçiniyorsunuz, bunun arkasına sığınarak okulların, yolların, sokakların, hastanelerin, taştığına, patladığına bakmıyorsunuz, ama sayısını bilmediğiniz nüfusa delirmişcesine yeni ama tamamen vasıfsız, sandıkta güdülebilecek nüfus katıyorsunuz, çünkü o nüfusun sandıkta size oy vermesini bekliyorsunuz, sizin için varsa yoksa o koltukta oturabilmek, o koltuğun sağladığı avantalardan bireysel menfaat elde etmek, hepsi o kadar…
Sözde sosyal demokrasi havarisi geçiniyorsunuz, vatan-millet-sakaryacı tayfasının yediği haltları eleştiriyorsunuz, ama iktidara geldiğinizde bu tayfanın kaldığı yerden devam ediyorsunuz…
Muhalefetteyken sövüştüğünüzle iktidara gelince, ya da iktidar ortaklığına sıra gelince, öpüşüyorsunuz.
Bu ülkeye doldurulmuş kumar, kerhane, uyuşturucu mafyasının maskarası oluyorsunuz, yedikleri haltlara gıkınızı çıkaramıyorsunuz, seçimlerde kapılarında avuç açıyorsunuz, koltucuklarınız için seçim desteği bekliyorsunuz, koltuğa geçince salla külahı ye pilavı, sin da gülle geçsin mantığını güdüyorsunuz, hesap soracağım derken hesap sorulacak hale geliyorsunuz…
Sonra da Türkiye’de Kıbrıs’ın haritadaki yerini bile bilmeyen cahil cühela sürüsünün ve yanıbaşımızdan manzarayı seyrederken bize bilmem neresiyle gülen Rumun maskarası oluyorsunuz…
Daha doğrusu, hepimizi maskara ediyorsunuz.
Memlekette de bir rezillik çıktı mı, polis görevini yapmadı diye bös bös bönürüyorsunuz!
Yüzde kırk eksik personelle çalışan polis nasıl görev yapsın, bir kolu bir ayağı eksik bir kurum nasıl ayakta dursun!
Anladık, sağcınızın da solcunuzun da üniformalılara karşı alerjisi var, ama gündüz kavga edip, gece de hırsızlığa beraber çıkarken bu memleketi batakhaneye birlikte çevirdiniz, bunu yaparken polise ve askere mi sordunuz da üniformalılardan medet bekliyorsunuz!!!
Hem, kaç senedir polisin beklediği yasaları neden çıkarmıyorsunuz, neden bu yasalar Meclis’te sümen altı edilmiş vaziyette duruyor!
Yoksa o saçma sapan “bu yasalar çıkarsa polis yatak odalarımızı dinleyecek, güvenliğimiz için özgürlüğümüzü feda etmeyiz” iddianızın hala arkasında mısınız!!!
O zaman, güvenliksiz özgürlük nasıl oluyormuş, bize bir zahmet izah edin!
43 senede, bu kafalarla inadına inadına giderseniz, 40 hükümet kurarsanız değil iki karışlık bir devleti, kümestei üç tane tavuğu bile bir horoz kadar yönetemezsiniz…
Ha, eğer yöneteceğiz diyorsanız, önce bu memleketi haraca kesen ve siyasilerin de basiretini bağlayan haramilerin kazançlarını vergiye bağlayın, memleketi sorma gir hanı olmaktan hemen çıkarın, her köşe başında açılmış olan meyhaneleri, kerhaneleri, kumarhaneleri kapatın, yeni hükümeti kurarken de köşe başlarına ahbap çavuşlarınızı değil, o işi yapabilecek olan vasıflı insanları getirin, partizanlığı bir tarafa bırakın, polisin teknik altyapısını ve personel sayısını artırın, istediği yasaları bir an önce bahane uydurmadan geçirin, ve hesap sorulması gerekenlerden gerçekten hesap sormaya başlayın…
………………………
Gelelim şu doğuştan asker doğan, vatandaşlığı da şaibe altında olan Bertan Zaroğlu’nun askerlikten muaf olma meselesine ve arkasından gelen bağlantılı sansasyonlara…
Ben askere girdiğimde boynumdan, kasığımdan ve dizimden ameliyatlıydım, hala sol göğüs ve koluma dert çıkaran, sol kolumun da sağ koluma göre kısmen ince kalmasına neden olan boynumdaki ameliyatın belasını çekerim…
Mesele olmadı, mazaret de göstermedim, askere girdim, eğitimlerde elimden geleni yaptım, atışta ve sporda en iyi birkaç kişiden biriydim.
Bu arada, benimle aynı celp olan bazı zengin züppeleri her gece herkesin gözü önünde şişeler dolusu tuzlu su içerler, bütün gece on defa tuvalete kalkar, ertesi sabah da tansiyonları var diye askeri hastanenin yolunu tutarlar, akşam üzeri de geri geldiklerinde, biz hala eğitim yaparken onlar bir güzel de basket oynarlardı…
Bu zengin züppesi hergelelerin numarası bir haftadan fazla devam etti, en sonunda hepsi de tansiyon hastası olarak tescillendi, hepsi de fiziksel yetersizlikten dolayı ve yasa gereği doğrudan yedek subay oldular, böylece GKK’nın subay üniformasını giydiler…
Biz de günün sonunda kuraya girdik, çavuş çektik, Luricina’ya (Akıncılar) düştük…
Beni atıcılık, spor, İngilizce, fotoğraf ve resim çizme bilgi ve yeteneklerimden dolayı o zamanlar Armağan tepe dedikleri ve tüm sınır hattında en ileri nokta olan, üzerinde de bir kilise olan piramit şeklindeki tepeye verdiler.
Daha ne olduğunu anlamadan, sınırdaki olaylar ve iki taraf arasında yaşanan siyasi olaylardan dolayı hissedilen gerginlik de cabası, başladık gece sınır devriyelerine ve pusulara, kısa sürede insani duygularımızın ve duyularımızın yerini ortamdan dolayı içgüdüsel olarak gelişen hayvani duyular aldı, normal bir insanın duyamayacağı, göremeyeceği şeyleri en az bir tilki kadar görür ve duyar olduk, öyle ki, parmağımız tetikte sınırı gezerken, pusuya yatırken, burnumuzun dibine kadar gelen tilkiler, tavşanlar, keklikler bile bizi görmez, duymaz, farketmez olduydu…
Benim yaş o sırada 25, yanımdaki çocukların en büyüğü 19!
O zamanlar adettendi, işe yaramadığını düşündükleri herkesi Luricina’ya, 10. bölüğe postalarlardı…
Adam da eksik olduğu ve nöbetler de dönmediği için çoğu zamanlar gece sınır üstü devriyelerine ve pusulara yalnız başıma giderdim, ki bu da yorgun argın, aşırı yüklenmekten bitik durumdaki iki askeri yanıma alıp da sürüklemekten, sıkıntılı bir durum ortaya çıktığında onları koruma derdine düşmekten daha iyiydi, çok daha güvenliydi.
Bir gece saat 10 cıvarı ilk devriyeden geri dönerken tepeye giden patikada bölük merkezinden bir asker, yanında da üç yeni askere denk geldim, bana destek diye gönderilmişler.
Bölük merkezindeki askeri geri gönderdim, diğer üçünü arkama takıp tepeye çıkardım.
Tanışma faslını çabuk geçtim, bir de baktım ki bir tanesinin sağ ayağı darmadağın, bacağının üzerinden traktör geçmiş, kemik peksimet gibi kırılmış, boydan boya platin takılmış, otuz santimden daha uzun bir yara dokusu hala şiş ve kızarık, yürümesi büyük dert, bırakın yürümeyi, ağrısından yattığı yerde uyuyamıyor bile..
Ikinci adamın kulak zarları sorunlu, çok hassas bir dokuya sahip, konuşmayı zar zor duyuyor, o kadar sakatmış ki daha ilk günden ilk atışta kulak zarları yırtıldı, kulaklarından kan geldi, hastaneye zor yetiştirdik…
Üçüncü adamın şekeri var, ne faydası olduğunu bilmediği bir hap kullanıyor, şeker ölçümü diye birşey yok, kendine verilen hapları rastgele kullanıyor, oturduğu yerde uyuyor, ayağa zar zor kalkıyor, daha ilk devriyede geriye dönerken buz gibi havada iyice uyuştu, yürüyemez hale geldi, tepeye kadar sırtımda taşımak zorunda kaldım ve bir daha da devriyeye çıkarmadım, oturduğu yerde uyuduğu için nöbete de dikemedim.
Aynı şekilde, ayağından ameliyatlı çocuğu sırf bölgeyi tanısın diye gece devriyeye çıkardım, geriye sırtımda getirdim, bir daha da çıkaramadım, sadece gündüz nöbetlerine dikebildim…
Ve bunlar gibi niceleri…
Diyeceğim o ki, gece şişe şişe tuzlu su içip de gündüz kendini tansiyon hastası diye yutturan ve elini sıcak sudan soğuk suya değdirmeden asteğmen olan, mesai bitiminde barlarda fingirdeşen, geceleri evinde uyuyan, sabah da göreve ağzı alkol kokar, kafası akşamdan kalma bulut vaziyette gelen zengin züppeleri; doğuştan asker doğup da bilmem neresine ne oldu diye barış zamanında askerlik yapamayan ama savaş zamanında askere alınabilecek “sağlık yapısına” sahip olan pek muhterem milletvekili, ve unutmadan, vicdani retçi geçinen düşük pantolonlu, kulağı-burnu-kaşı küpeli, paçavra kılıklı, ağzı bira kokulu soytarılar, siz ve sizler gibiler gerçek anlamda bu memleketin ne vekili olabilirsiniz, ne de insanı olabilirsiniz, ne de öldüğünüzde bu memleketin toprağı siz kabul eder…
Siz ve sizler gibiler, bir şekilde yolunuzu bulsanız ve bu memleketin sağladığı nimmetlerden faydalansanız da, bu memleketin toprağına, değerlerine zerre kadar ait değilsiniz, olamazsınız da…
Bu memleketin toprağına ve değerlerine ait olanlar, yarı canları çıkmış olsa da, bir ayakları çukurda olsa da, ayakta durabildikleri sürece hiçbir mazaretin arkasına saklanmadan, hiçbir şikayette bulunmadan sırtına üniformayı geçirip de en zor şartlarda askerlik yapmaya gelen, elinden geleni de ardına koymayan, yürüyecek hali kalmasa da “ben bittim, yardım edin” demeye dili varmayan, ana kucağından çıkıp da buz gibi havada, yağmur altında, çamurların, dikenlerin içinde, yeri geldiğinde aç ve susuz yatıp da memleketinin sınırlarını bekleyen, askerden çıkıp da üç kuruş ekmek parası kazanmak için el yerlerinde, el işlerinde sürüne sürüne, torpilsiz, ama onuruyla, şerefiyle yaşayan, ekmeğini taştan çıkaran o çocukların ve onlar gibi olanlarındır…
Kıbrıs Türküne besleme diyenler, size de bir çift lafımızı olsun artık…Şimdi anladınız mı, KKTC denen bu eğreti devletin rant ve çıkar düzeninde kimmiş besleme, nasıl olurmuş ve olunurmuş besleme!!!