1921 ile 1937 arasında tarih kayıtlarında tam 29 Kürt isyanı vardır.
Bu isyanlar süreci 1921’de Koçgiri isyanı ile henüz Kurtuluş Savaşı sürerken başlamış, 1937’de Dersim isyanı ile son bulmuştur.
Elbette Kürtlerin isyanları bitmemiştir, 1921 öncesinde de isyanları vardı, 1937 sonrasında da devam etti…
İlk isyan olan Koçgiri isyanı 23 Nisan 1920’de resmen Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilanıyla birlikte kurulan Ankara hükümetine karşı başlatıldı.
Bu sırada Atatürk ve silah arkadaşları ne ile uğraşıyordu, diye sorsak!
Koltuk derdindeki vizyonsuz, saray entrikalarından başka derdi olmayan, işgal kuvvetlerine yaranmak için her kılığa giren padişahların beceriksiz yönetimleri sayesinde darmadağın olmuş, her köşesi emperyalistler tarafından işgal edilmiş Anadolu’yu, yani 1071’den beri Türk yurdu olan toprakları işgalden kurtarmaya, yeniden Türk yurdu yapmaya uğraşıyorlardı…
Peki, Anadolu işgal altındayken, işgal kuvvetlerine karşı yapılan bir tek Kürt isyanı var mı?
Hayır, yok!
Neden yok, diye sorsak!
Tüm Cumhuriyet düşmanı zırcahil ve ahlaksız vatan hainlerinin anlayacağı şekilde kısaca izah edelim; ÇÜNKÜ KÜRT İSYANLARININ TÜMÜNÜ DE ANADOLU’YU İŞGAL ETMEYE UĞRAŞAN EMPERYALİSTLER, BAŞTA İNGİLTERE VE YUNANİSTAN ORGANİZE ETTİ DE ONDAN!!!
Peki, özellikle 1921’den 1937’ye kadar yapılmış Kürt isyanlarının ana teması nedir, diye sorsak!
Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı isyan bayrağı açmak ve “din elden gidiyor” palavrasıyla cahil halkı ayaklandırmak!
Durumun özeti: Türkler vatanını, milletini, dinini, kültürünü kurtarmaya uğraşırken Kürtler başta İngiliz ve Yunan ajanlarının ayartmalarıyla, emperyalistlere karşı kurtuluş savaşı veren Türk güçlerini arkadan vuruyorlardı ve Türk ordusu aynı anda hem işgalci emperyalistlerle, hem de isyancı Kürt güçleriyle savaşmak zorunda kalıyordu, Türk ordusunun güçleri bölünüyordu, yeni bir ülke kurmaya uğraşan Ankara hükümetinin dertlerine dert ekleniyordu…
Peki, bir isyanı başlatmak için neye ihtiyaç vardır diye sorsak!
Silaha, paraya ve organizasyon yapacak akıla!
Peki, Anadolu’daki isyancı Kürtler bunlara sahip miydi, diye sorsak!
Hayır değillerdi, ama tedarikçileri vardı; Anadolu’yu paramparça edip, bölüşmek isteyen emperyalistler ve onların hedef coğrafyadaki her deliğe girmiş ajanları!
Özellikle son birkaç yüz yılda, Osmanlı devletinin her köşesi batılı emperyalist ülkelerin ajanlarıyla sarılmıştı, hatta padişahların en yakınındaki, en güvendiği şahıslar bile ajanlardı, II. Abdülhamid’in yanına kadar sokulan Yahudi kökenli İngiliz ajanı Arminius Vambery, nam-ı diğer Raşit Efendi de bunlardan biriydi!
Bu ajanların hepsi de hedef coğrafyadaki insanları, yaşam tarzlarını, dillerini, dinlerini, zaafiyetlerini vesaireyi çok çok iyi bilen ve kullanan adamlardı…
Başta İngiliz ajanlar olmak üzere, Fransızlar, Almanlar ve kısmen Amerikalılar da Anadolu’nun ve Ortadoğu’nun, ve hatta Kuzey Afrika’nın bile her köşesine yayılmışlardı ve kendi aralarında da acımasız bir güç savaşı içindeydiler.
Bugün bile muhtemelen dünya yüzündeki ülkeler arasından en çok ajanın fink attığı ülke Türkiye’dir!
Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda ilan edilen 14 maddelik Wilson Prensipleri, bugün bile dünyanın stratejik açıdan en önemli birkaç noktasından biri sayılan Anadolu’yu da emperyalist hedeflerine dahil ederek, durduk yerde ortaya çıkmamıştı!
Wilson Prensipleri listesindeki 12. Madde doğrudan Türkiye’yi ilgilendiriyordu!
Adam Amerika’dan senin bin yıldır yaşadığın topraklara hükmediyor ve diyor ki “Osmanlı İmparatorluğu‘ndaki Türk kesimlerine güvenli bir egemenlik tanınmalı, Türk yönetimindeki öbür uluslara da her türlü kuşkudan uzak yaşam güvenliğiyle özerk gelişmeleri için tam bir özgürlük sağlanmalıdır. Ayrıca Çanakkale Boğazı uluslararası güvencelerle gemilerin özgürce geçişine ve uluslararası ticarete sürekli açık tutulmalıdır.”
Yine yetmiyor, yaklaşık iki sene sonra Osmanlı devletinin son artıklarına, başlarında Padişah VI. Mehmet, yani bizim bildik Vahdettin tarafından gönderilen Damat Ferit Paşa’nın olduğu hainler çetesi bir ekibe 10 Ağustos 1920 tarihinde Fransa’nın Sevr kentinde Sevr Antlaşması imzalatılıyor…
Sevr’in ne demek olduğunu, bugün bile Türkiye’nin bölünmesi ve Türk milletinin kimyasının bozulması hedefine hizmet eden zırcahiller ve hainler hariç, hepimiz biliyoruz!
Türkiye’nin doğusu Ermenilere, güneydoğusu da Kürtlere bırakılacaktı, yani Wilson Prensipleri’ndeki şu cümle siyaseten gerçeğe dönüşecekti: “Türk yönetimindeki öbür uluslara da her türlü kuşkudan uzak yaşam güvenliğiyle özerk gelişmeleri için tam bir özgürlük sağlanmalıdır.”
Atatürk ve silah arkadaşları sayesinde olmadı, Türkiye’yi bölemediler!
Ama hızlarını kesmediler, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra da Türkiye’yi ve Türk milletini içten içe yıkım çalışmalarına Kürtlerin içindeki hainleri kullanarak devam ettiler.
1937’deki Dersim isyanından sonra aniden Kürt isyanları duruldu!
Neden mi?
Çünkü Anadolu’daki Kürt isyanlarını organize eden emperyalistlerin, başta İngiltere ve Amerika olmak üzere, başı Almanlarla derde girmişti, yıldırım harekatlarıyla Avrupa’yı kasıp kavurmaya başlayan Almanların önünde kendi kıçlarını kurtarma derdine düşmüşler, şimdilik Türkiye’yi bölme ve Atatürk’ten ve Türk milletinden intikam alma hedefini unutmuşlardı!
İkinci Dünya Savaşı’nın etkileri sadece beş yıllık bir dönemi kapsamadı, oldukça da uzun sürdü.
Savaştan çıkan Avrupa bu kez birkaç yıl boyunca dehşetli kış şartlarıyla uğraşmak zorunda kaldı, savaş artığı Avrupa’yı sefalet de vurdu, Amerikan yardımına muhtaç kaldılar.
Bu dönemde, Avrupa’ya, başta Yunanistan olmak üzere, savaşa girmemiş ve özellikle 1930’lu yıllardan sonra müthiş bir kalkınma hamlesi başlatmış olan Türkiye de gemilerle, trenlerle yardım gönderiyordu, dahası, sanayi devriminde birbiri ardına kurulan fabrikalardan çıkan ürünler de ihraç ediliyordu.
Bu sırada, Amerika 1945 ile 1950 arasında hem yeni dünya düzenini şekillendirmiş, hem de dünya ticaretinin yarısını ele geçirerek, dünyanın tartışmasız en büyük ekonomik, askeri ve siyasi gücü haline gelmişti.
1950’lerden sonra Avrupa, Amerikan hegemonyası altında kalmanın ve Amerikan bağımlılığının kendilerine fayda sağlamayacağını görünce, Avrupa Birliği’ni oluşturmak için ilk adımlarını attılar ve sancılı bir süreç başladı, çünkü bu süreç ne Amerika’nın ne de doğu Avrupa’da emperyalist hedefleri olan Rusya’nın pek de işine gelmiyordu.
Bu vakte kadar hala Türkiye’de Kürt isyanı filan yoktur, Türkiye’de halen Kurtuluş Savaşı ruhu hüküm sürmektedir, savaş boyunca da, çok maliyetli olsa da, Türkiye 2 milyonluk bir ordu yaratarak, tüm sınırlarını içte ve dışta güvence altına almıştır, zaten dıştan destek gelse de, Kürtler böyle bir güce karşılık isyan başlatmaya cesaret edemezlerdi…
Amma ve lakin, Amerika 1920’lerdeki Türkiye hedefini unutmadı…
Amerikan tarihinde Amerika’nın girişip de yenilgiye uğradığı tek savaş Kurtuluş Savaşı idi, rövanşını bir şekilde almalı, Ortadoğu’daki emperyalist emelleri önünde duvar gibi dikilen Türkiye’deki ve Türk milletindeki Atatürk ruhunu yıkmalı, emperyalizmin “zorlu düşmanı” olan Türk milletinin etnik ve siyasi kimyasını bozmalıydı…
Bunun için de o coğrafyada en “kullanışlı ve harcanması kolay olan piyonlar” olarak Arap, Kürt ve Ermenileri kullanılmalı, Sevr ruhu hep canlı tutulmalı, cahil toplumlar üzerinde her zaman en kullanışlı araç olan din tüccarlığı da bu “yıkım harekatının” merkezine oturtulmalıydı…
Peki, tarihte emsalsiz bir kurtuluş savaşıyla dünyanın bugün bile en güçlü emperyalistleri olan devletleri yenilgiye uğratacak azme ve liderliğe sahip olan Türk milleti yeterince cahil miydi!!!
Değildi, sadece güçlü liderliğe ihtiyacı vardı, geriye kalan her şey Anadolu’nun kadim ve zengin topraklarının altında ve üstünde bol tarafından mevcuttu…
Özellikle de Köy Enstitülerinin kurulmasıyla birlikte eğitim, öğretim ülkenin her yanına yayılmış, savaş artığı Avrupa açlıktan kırılırken Türkiye’nin her yanında eğitim ve üretim patlamıştı!
Türkiye adım adım dünyanın en güçlü birkaç ülkesinden biri olmaya doğru gidiyordu!
İşte tam bu sırada, İnönü ve tayfasının beceriksizlikleri sayesinde iktidara Adnan Menderes geldi ve “emperyalist ustalarının” beklentilerine uygun olarak, şak diye köy enstitülerinin tümünü birden kapattı, din tüccarlığına soyundu, ihtiyacın misli misli fazlası imam hatip okullarını ülkenin her köşesinde açmaya başladı, böylece din tüccarlarından 30 yıl önce kurtulan Türkiye, yeni bir cehaletten ve sefaletten beslenen din tüccarlığı rüzgarına kapıldı…
Cehalet için eğitimin köreltilmesi, sefalet için de üretimin yok edilmesi gerekiyordu, Köy Enstitülerinin kapatılması ile hem eğitime hem de üretime vahşi bir darbe vuruldu, cehalet ve sefalet siyasetin ana hedefi haline geldi…
Neticeyi hepimiz biliyoruz, zaman içinde, özellikle eğitim öğretim faaliyetlerinin yeterince uğramadığı kırsal kesimlerde cehaletten ve sefaletten beslenen tarikatlar ve cemaatlar, ve neticesi olarak da cehalet ve sefalet odaklı siyasi oluşumlar, Türkiye’yi örümcek ağı gibi sardılar, bunlar Türkiye’yi içten içe sararken 1970’lerden itibaren Türkiye odaklı “terör sektörü” de Ermeni Asala örgütü ile birlikte hortlatıldı…
Yaratıcıları Türkiye’yi çok seven Ermenistan ve Yunanistan idi, sonradan bu tayfaya Fransa ve diğer Avrupa devletleri de katıldı, Amerika ise tezgahının meyvelerinin oluşmasını izledi…
Din tüccarlığı cehalet ve safalet ile adım adım büyürken, terör sektörü de hortladı, ilk hedef de Avrupa’daki Türk diplomatlar ve aileleri oldu…
Ancak temellerini Atatürk ve silah arkadaşlarının akılla attığı Türkiye Cumhuriyeti o kadar da savunmasız değildi, Asala terörü ile sinir uçlarına basılan Türkiye karşı atağa geçti ve Asala’nın elebaşlarını deliklerinde tek tek bulup, temizlemeye başladı.
Asala ile nabız yoklaması yapan batı emperyalizmi, Fransa’nın Orly havalanındaki terör eylemiyle hedefini şaşıran Asala’nın son kullanım tarihinin gelmesiyle, Ermeni piyonları ikinci plana aldı, Cumhuriyet döneminin kullanışlı piyonları Kürt hainleri ön plana sürdü ve böylece adına PKK denen, hem kendi etnik grubuna hem de Türkiye’ye nerdeyse elli yıldır terör estiren, 40 binden fazlası asker, 50 binden fazla insanın katledilmesinden doğrudan sorumlu olan emperyalist uşağı, tamamen emperyalizmden beslenen, korunan, kollanan, eğitilen, donatılan, yönlendirilen bir çapulcu çetesi ortaya çıktı…
İlk PKK çapulcuları Asala artıklarıyla birlikte çok değerli din kardeşlerimiz olan Filistin Kurtuluş Örgütü kamplarına eğitildiler, ellerine verilen silahlarla da başta Türk askeri olmak üzere, hem kendilerine karşı çıkıp, emperyalizmin oyununa gelmek istemeyen Kürtlere karşı, hem de rastgele Türkiye içinde terör eylemlerine giriştiler…
1980’lerin başından itibaren PKK’nın en büyük destekçisi, koruyucusu, kollayıcısı, eğiticisi ve donatıcısı, başta yaratıcısı Amerika olmak üzere, Yunanistan, Ermenistan, Kıbrıs Rum Yönetimi, Filistin (daha doğrusu FKÖ) ve 1979’dan itibaren mollaların diktatörlüğü altına giren İran idi…Sonradan bunlara Fransa, Almanya, İsveç, Belçika, Rusya, İngiltere, Hollanda gibi devletler de katıldı…
İlginçtir, Amerikan devletini kontrolü altında tutan iki güçten biri olan İsrail, yani Yahudi lobisi, bunları yakından izledi ama hiçbir zaman Türkiye karşıtı bir eylemi desteklemedi, bir eyleme girişmedi de…
Amerikan derin devletinin bir kanadı olan Rum-Yunan-Ermeni lobisinin teşvikleriyle PKK ile uygulamaya sokulan terör sektörünün birincil hedefi Türkiye Cumhuriyeti’ni parçalamak, ikinci hedef de, Kürt toplumunda Türk toplumuna karşı gelişecek bir “ezilen siyasi-kültürel kimlik” hissiyatı yaratmaktı…
Dikkat edilirse, Cumhuriyet’in kuruluş döneminde ortaya çıkan Kürt isyanlarının odağında “din elden gidiyor” palavrası da vardı, ama PKK ile ortaya çıkan terör sektöründe din istismarı yoktur, din istismarı görevi Türkiye’nin dört bir tarafında peydahlandırılan tarikat ve cemaatlara bırakılmıştır, yani PKK ile tarikat ve cemaatlar arasında kıssadan hisse bir görev bölümü yapılmıştır…
Yine dikkat edilirse, tarihin hiçbir döneminde Türkiye’nin dört bir tarafını saran tarikatlar ve cemaatlar ile PKK arasında en ufak bir sürtüşme veya çatışma yaşanmamıştır, her iki oluşum da ötekinin tavuğuna kışt dememiştir, her iki oluşum da aralarında sessiz sedasız bir işbirliği yapmıştır, her iki oluşumun da hedefinde Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Cumhuriyet değerlerini tümden yıkmak, yok etmek, kendi kafalarına göre özerk veya bağımsız yönetimler yaratmak vardır…Tabi ustalarının öngördüğü şekilde!
Tıpkı, Wilson Prensiplerinde öngörüldüğü gibi…
Netice olarak, bu emperyalist uşakları gerek din tüccarlığıyla, gerekse etnik milliyetçilik ayaklarıyla, ustalarının ordularıyla yapamadığını, kaleyi içten fethederek yapmaya uğraşmaktadır, özellikle de son on yılda yaşananlara bakıldığında, kısmen de başarılı oldukları söylenebilir…
PKK içten ve dıştan vururken onlarca tarikat ve cemaat, ve en başta da adına Fetö dedikleri fetoşlar tayfası, ki askeri ve bürokrasi ayağı deşifre olmuş olsa da siyasi ayağı halen daha deşifre edilmedi, devleti içten içe ele geçirdi, günün sonunda ise bu ikilinin yarattığı maddi ve manevi yıkım ise tarif edilebilir değildir…
Türkiye’nin ve Türk milletinin etnik ve sosyo-kültürel kimyasının milyonlarca Suriyeli, Pakistanlı, Afganlı istilasıyla bozulmaya başlaması da fetoşlar tayfasının darbeye kalkışmasının öncesinde, gayet planlı bir şekilde başlatılmıştı…
İktidarda bulunan AKP bu tezgaha bilerek ya da bilmeyerek alet oldu, ancak bilmeyerek olduğunu iddia etmek fazlasıyla saftiriklik olur, nerdeyse yüz yıldır milletin gözünün içine sokula sokula işletilen bir yıkım sürecinde ve kendi iktidarları döneminde hiçbir şeyin farkına varmamalarının mantıklı bir açıklaması olamaz…
Yine AKP iktidarı dönemindeki açılım saçılım senaryolarının neticesinde, sadece PKK ve fetoşlar tayfası ikilisinin yarattığı kaosta kaybedilen canların, terörle mücadele uğruna harcanan trilyonlarca doların, Türkiye’nin ve Türk milletinin etnik ve sosyo-kültürel yapısını bozmak, Araplaştırmak, din tüccarlığından maksimum verimi almak için Türkiye’nin içine doldurulan “din kardeşlerinin”, neticesinde ise ülkeyi bir uçtan öteki uca saran huzursuzluğun, suç çetelerinin, genel olarak maddi ve manevi yıkımın haddi hesabı yok…
Şimdi ise, hal buyken, Cumhuriyet tarihinin en büyük belaları kendi iktidarı döneminde milletin ve ülkenin başına musallat olan AKP’nin koltuk değneği pozisyonundaki MHP’nin başındaki zat birdenbire kalkıp, PKK’nın artık yüzüne bile bakmadığı darağacı kaçkını terörist müsveddesi çıksın meydana, PKK’ya silah bırakma çağrısı yapsın diye çağrı yaptı!
Dikkat edin, bu çağrıda “kayıtsız şartsız silah bırakma ve teslim olma” mesajı yoktur, tam aksine, TSK tarafından işi bitirilmiş, kafası iyice ezilmiş, bir terör örgütüne yeniden nefes aldırma hedefi vardır!
Amerikan senatosunda Rum-Yunan-Ermeni lobisi destekli PKK şu anda Suriye’nin ve Kuzey Irak’ın kuzey kesimlerinde bir güvenlik hattı kuran TSK ile Suriye’nin güneyinde bir güvenlik hattı kuran İsrail arasında sıkışıp kalmıştır!
İsrail’in başından beri Rum-Yunan-Ermeni lobisi destekli PKK ile canciğer olacağını kimse iddia edemez, bu ikili zaten doğal rakiptirler, ancak ve ancak ortak çıkarları doğrultusunda hareket edebilirler, o hareket da olsa olsa İsrail’in hiç sevmediği cihatçı çapulculara karşı gelir!
Bu arada, doğrudan emperyalizm hedeflerine hizmet eden Bahçeli efendinin planlı çağrısına PKK’nın TBMM’deki siyasi uzantısı DEMliler ağızları kulaklarında olumlu karşılık verdi…
Beden ve yüz hallerinden belliydi ki çok mutluydular!
Belli ki kapının arkasında bir şeyler kotarıldı, al gülüm ver gülüm süreci tam da istedikleri gibi işledi, keyifler çıtırlaştı ve Bahçeli sahneye çıkıp rolünü oynadı, sonra da birdenbire “hastalanarak” sahneden çekildi, görülmez oldu!
Senaryonun gereği olarak önce, Apoş’un DEMli yeğeni Apoş’un tehdit dolu mesajını açıkladı; “Bu mesele çözülürse yaşam kapısı herkese açılır, bu mesele çözülmezse Türkiye Anadolu’ya çekilir ve cehennemini yaşar. Ortadoğu’da yeni bir sistem kurabilecek olanlar Kürtlerdir ve kendileriyle birlikte diğer halkları kaldırabilirler…”
Bahçeli’nin çağrısına idamlık bebek katili tarafından verilen ilk yanıt bu oldu!
Yani özetle diyor ki, Kürtler Ortadoğu’daki en üstün millettir, ya Türkler bizim egemenliğimizi, gücümüzü ve üstünlüğümüzü kabul eder, ya da Türklere Türkiye’yi dar ederiz, cehenneme çeviririz!
Bu meydan okumaya ve aleni tehdide rağmen, devlet kimliğini hiçe sayıp, kendi iktidar hesapları doğrultusunda hareket eden AKP-MHP ikilisi yerin dibine girmeyi kabul etti ve darağacı kaçkınına eline tutuşturulan bir müsvedde okutturuldu, güya PKK’ya silah bırakma çağrısı yapıldı…
Muhalefet ise alık alık olanları seyretti, üstüne üstlük, bir de el yükselttiler!
Apoş’un okuduğu müsveddenin içeriğine bakıldığında, özünde silah bırakma çağrısı filan yoktur, tam anlamıyla bir devletten devlete görüşme talebi vardır, PKK’nın masada eşit şartlarda siyasi kimliğinin kabulü vardır, PKK’nın tüm şartlarının kabul edilmesi çağrısı vardır, ki bu çağrının özü de Wilson Prensiplerindeki ifadelerdir, hem de kelimesi kelimesine…
Neticede, PKK sözde Apoş’un çağrısıyla, özde ise yaratıcısı olan Amerika’nın emriyle tek taraflı ateşkes ilan etmiştir, ki bu bile bir taktiktir, ateşkes bir devlet ile bir terör örgütü arasında yapılmaz, olsa olsa savaşmakta olan iki devlet arasında yapılır!
Peki, Bahçeli’nin sözde başlattığı bu körler sağırlar birbirini ağırlar sürecinde, AKP iktidarı döneminde üçüncü kezdir toparlanma fırsatı verilen PKK’yı yeniden temcir pilavı gibi öne sürmenin, ülke ve millet beceriksiz siyaset kaynaklı dehşetli ekonomik, sosyal, kültürel sorunlarla boğuşurken Kürtçülük palavrasını yeniden piyasaya sürmenin ne gereği vardı!
Şeytanın gizli olduğu ayrıntı buradadır, AKP-MHP ikilisi emperyalizmin oyuncağı olacaklarına, sağduyu sahibi Kürt kökenli vatandaşların aşağıda dile getirdiği gerçekleri pekala da söyleyebilirdi!
Özellikle son 45 senedir devletin ve milletin canına okuyan “Kürt terör sektörü” eylemlerini Türkiye’de Kürtlere negatif ayrımcılık yapılıyor iddiasına dayandırıyor!
Diğer taraftan, bu iddiaya benim çok yakından tanıdığım ve yıllarca beraber yaşadığım, ekmeğimi bile paylaştığım bazı aydın Kürtler gülüyor ve özetle diyorlar ki “Allahını seversen, ne ayrımcılığı, Türkiye’nin kaymağını Kürtler yiyor, Kürtlerin sahip olduğu olanaklar ve imkanlar Türklerde yok, kaçakçılığın ve kontrolsüz paranın her türlüsü bizde, nerdeyse devlete tek kuruş vergi vermiyoruz, ama diğer bölgelerden toplanan vergilerle bize her türlü eğitim, sağlık hizmeti sunuluyor, içimizde tek bir fakir yok, yemek kuyruklarına giren yok, aç değiliz, açıkta değiliz, neyimiz eksik, aksine fazlamız var, en lüks arabalar yine bizim altımızda, ülkenin en güzel, en lüks yerleri yine bizim kontrolümüzde, canımızın istediği yerde eğitim görüyoruz, sözde bizi temsil eden siyasilerin hemen tümü de Meclis’te, ülkede yakılan elektriğin nerdeyse yarısından fazlasını biz yakıyoruz ve tek kuruş da elektrik parası ödemiyoruz, bizim yerimize Türkiye’nin batısı ödüyor, bu mu ayrımcılık, eğer ayrımcılık buysa yavuz hırsız ev sahibini bastırır hesabıyla esas biz Türklere ayrımcılık uyguluyoruz!!!…Bütün bunları da PKK’nın sayesinde yapıyoruz, yapmamız için bize gerekli her türlü bahaneyi yaratıyor, bu bakımdan biz de halimizden memnunuz, PKK da PKK’nın kullanıcıları da halinden memnun, bu yüzden de kimse terörün bitmesini istemiyor…Bunları dile getirirsek de tekere çomak soktuğumuz için can güvenliğimiz olmaz, dolayısıyla herkesin bildiği gerçekler dile getirilmiyor, biz ve bizim gibilerde de yurdumuzdan başka yerlere göç etmeyi, kendimize başka yaşam alanları bulmayı tercih ediyoruz…”
Bu sözlerin sahipleri ellerinden geldiği kadar yukarda bahsettikleri terör sektöründen uzak durmaya çalışıyorlar, bulaşmıyorlar, kendi yağlarıyla kendi ciğerlerini kavuruyorlar, son çareyi de ekmek kapısını yabancı ülkelerde aramakta buldular…
Aklı başında herkesin gördüğünü görüyorlar, fark ettiğini fark ediyorlar, söylediğini söylüyorlar, ama Türkiye’de iktidarı elinde bulunduran AKP, koltuk değneği MHP ve baş muhalefet CHP, bunları dile getiremiyor, her nedense!
Anlayacağınız, PKK terörü veya Kürt odaklı terörizm, ki ana para kaynağı uyuşturucu ve silah kaçakçılığıdır, ki bu da bölücü ve emperyalist odaklara hizmet eden Kürtler arasında ekonomik ve siyasi bir sektör odağıdır, bu yüzden terörün bitmesini başta PKKlılar ve PKK teröründen doğrudan veya dolaylı olarak beslenenler istemezler!
İkincisi, terör sektörü, iktidarlar tarafından da beceriksizliklerini örtbas etmek ve atmayı istedikleri ama atamadıkları siyasi adımlara kulp bulmak için kullanılıyor…
Aslında bunlar bilinmedik işler değil, NAZİ propagandasından ders çıkaran ve 2. Dünya Savaşı sonrası NAZİ propaganda taktiklerini bu kez kendi çıkarları doğrultusunda aynen uygulayan küresel emperyalizm, etnik ve siyasal İslamcı, cihatçı terörü siyasi ve ekonomik amaçları için tepe tepe kullanıyor, ustalarından işi öğrenen yerel iktidarlar da aynı şekilde davranıyorlar…
Yoksa, ahı gitmiş vahı kalmış, sorunların doğrudan bir parçası ve sorumlusu olan idamlık bir terörist müsveddesini siyasi rant uğruna öttürmek, PKK gibi bir terör örgütünü siyaseten muhatap almak, ne Türkiye’de terörü bitirir, ne de ülkenin ve milletin sorunlarına çözüm getirir, tam tersine, zaman kazanmasına ve yeniden toparlanmasına, belanın da giderek daha da büyümesine vesile olur…
Amma ve lakin, eğer mevcut iktidar Türkiye Anayasası’nı değiştirmek ve siyasi ömrünü ekonomik ve siyasi başarılarla değil de entrikalarla uzatmak isterse, işte o zaman, terör temsilcilerinin aracılığıyla uygulanan, buram buram da beceriksizlik kokan tüm bu siyasi hamlelerin iktidar çıkarları uğruna bir anlamı olur…
Daha önce hatırlattık, aynı gemide olduğumuz ve hep birlikte battığımız(batırıldığımız) için bir kez daha hatırlatalım, körle yatan şaşı kalkar, şeytanla yatan da cehennem zebanisi olarak kalkar, daha önce kaç kez denenmiş ve sonucu felaket olmuş hamlelerin hiç kimseye faydası yoktur, günün sonunda tek kazanan terör sektörünü kendi çıkarları uğruna kullanan küresel emperyalizm olur, uşakları ve piyonları son kullanım tarihleri geldiğinde sadece harcanır…
Bir ülkede iktidarda kalmanın tek yolu vardır, o yol da iradeli ve omurgalı bir siyaset izlemekten, ekonomik refahı yükseltmekten, uluslar arası arenada devletin ve milletin saygınlığını artırmaktan, çok güçlü ve caydırıcı bir orduya sahip olmaktan, dosta güven, düşmana korku vermekten geçer…
Lakin, hem suçlu hem de kendisine sağlanan fırsatlarla güçlü olduğu zannına kapılıp, haddini aşan tehditlerde bulunan, yüz yıllık senaryonun devamında oyun kurucu rolüne soyunan bir düşmanla işbirliği yapmaktan asla geçmez!
Türkiye, AKP-MHP ikilisinin beladan başka bir şey getirmeyen siyasi ayak oyunlarıyla uğraşadursun, muhalefet de bütün bu olanlara alık alık bakadursun, birkaç gün sonra 70 senelik Kıbrıs meselesi de gündeme gelecek, ve siyasi irade böyle devam ederse, bu kez Kıbrıs sorunu öyle ya da böyle bir çözüme ulaşacak ve küresel emperyalizm güçlerini her türlü safına çekmiş olan Rum tarafı karşısında golü yiyen biz olacağız…
Ortadoğu coğrafyası İsrail’in çıkarları doğrultusunda yeniden şekillenirken Kıbrıs’ın İsrail’e de bir güvenlik kapısı açacak şekilde NATO’nun bir parçası olması artık kaçınılmazdır ve o gün de artık gelmiştir!
Sorun şudur ki, masadaki bol tuzlu, kokmuş yemeği yiyen biz, ama yapan ve zorla yediren başkası olacak!…Kendi yemeğimizi yapmayı öğrenmediğimiz sürece, bu durum da değişmez!
Tarih, tekerrürden ibarettir ve kimin kime hizmet ettiğini tüm açıklığıyla söyler!