1. Haberler
  2. Kıbrıs
  3. Kısa yaz, zeytin ağacı ve aş’k evi.

Kısa yaz, zeytin ağacı ve aş’k evi.

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Mesarya’nın ortasındaki köyümün, çocukluğumu gömdüğüm baba evinin arka bahçesinde..
En az yetmiş yaşına ermiş, rum eliyle ekilmiş zeytin gölgesi altında..
Ağcın, kalın, sarmallı, kıvrımlı gövdesine dalmış gitmişken geçiverdi aklımdan.
“Aş mı aşk mı?” Diye.

Limon ağacının ekşi esintisi, göz alıcı nar çiçeklerinin narcıklara dönüştüğü ağaç cümbüşü altında, miskinlik bayramındayım.
Ve galiba yazı karşılamaktayım.

İşte o arka bahçede, eskilerin aşevi dediği..
Rum aileden kalma, hiç ama hiç kullanılmamış ardiyede, annem tarafından geçici olarak zoraki konaklatılan, sonra ortadan kaybolan..

Bozuk radyonun, eski siyah beyaz televizyonun, kullanılmayan ayakkabıların, annemin hiç giymeden ufalattığı terliklerin, artık kullanılmayan büyük hellim ve devasa çamaşır kazanlarının, içi zeytinyağı dolu testilerin saklandığı..

Ablamların çeyizi için istiflenmiş ama modası geçtiği için kullanılmayıp atıl kalmış, çok sonraları Lefkoşa’da yaşadığım evimde benim işime yaramış demode fincan takımlarının, cam eşyaların, porselen parçaların, kuşlu sigaralığın, iri kristal masa çakmağının, tavus kuşu tüylerinin ve daha aklıma gelmeyen nice parçanın istiflendiği.

İçinde nice çocukluk anıların, güzelliklerin belgesi, eski fotoğraf albümlerinin.
Artık önemsenmeyen, içindeki yazılmış anıların bile hatırlanmadığı günlüklerin, hatıra defterlerinin atık olduğu..

Aile eşrafınca “öteki içeri” diye anılan. Taş tekneli, eski antika musluklu, damı ahşap çerçeveli, kiremitli, aş evi mi desem aşk evi mi bilmem..

Çimento zemin, en fazla yedi metre karelik alanıyla. Uçuk yeşil boyası örselenmiş, hatta yer yer kavlamış, menteşeleri kapıyı taşıyamaz olmuş..

Soluk, açık küf yeşili ahşap kapısı önünde çekilmiş fotoğraflardaki onca güzel anının hangi birini anlatsam, gülümserken, göz yaşı süzülür gözden yanaklara…

Ön verandaya çıkasım gelmiyor artık. Ruma tapulu, çocukluğumuzu serpiştirdiğimiz oyun alanımıza evler doluştu.

Oysa ben o hali araziye, çocukluğum boyunca, bir gün panayır buraya da gelir, hayat ne güzel olur yeri diye bekledimdi. O panayırlardan hiç biri gelmedi.

Köpeklerime kulübeler, güvercinlerime kümes yaptığım boş alana kocaman, ünlü bir markanın dondurmacısı kondu.
Rum arazilerine evler konduranlar tutuklanırken güneyde habire..
Benim mahalleme kadar gelip betona kestirdiler her yeri birden bire..

Kundaktan bu güne geçmişimi göndüğüm bu mahalleye, kaçıp Lefkoşa’dan her hafta sonu gelirim mutlaka.
Mahalle marketimizin işçileri Pakistanlı, pastaneye gelip gidenler Türkmen ve Afrikalı.

Komşu köylerden Rumlar da uğrar bu küçük çarşı mahallemize.
Ve her gelip geçenle muhabbet kuran annem hala Türkçe sohbet ededurur gelen gidenle.

Kimse kimsenin dilini anlamaz oldu ama annem çok şükür mutlu.
Afrikalılar gara kuzuları, Pakistanlılar çikolata kuzuları.

Irk bilmez anacığım, din ayırmaz, mezhepten haberi yok. İnsandır herkes, Allahın kuludur ona.
Adadaki herkesin Türkçe konuşup Türkçe anlaştığını zanneder.

Onlar, o ötekiler, o yabancı başkaları da çok sever anamı. Kimi market ihtiyaçlarını eve taşır, kimi sebilden suyunu, kimisi tüp gazını. Kimine bahçesini temizletir, kimine yiyecek taşır.
Anlasınlar anlamasınlar kara, çikolata, tüm kuzularına ağız Türkçesiyle konuşur.

Yaz geldi mi öğleden sonra ön verandasına oturup, pazarlamacı, yemişçi, kolacı, Rum/Türk, Bangladeşli, Pakistanlı ve Afrikalı gelen gidenle yarenlik eder. Ben uzun yazmayı severim, o olabildiğine uzun iletişimleri.

Çoklarının adlarını karıştırsa veya bilmese de huyunu suyunu bilir. Selamını sadasını ve duasını esirgemez.
Bir güler yüze bin dua eder.
Gezmeyi pek sevmediğinden küçük çarşı mahallesinde mutludur.

Annem ve mahallenin diğer yaşlı komşuları için öğle uykusu sonrası koyu gölge verandasında kahve içmektir yaşam keyfi. Eskileri anlatıp hüzünlenmektir.

Ve sıcaklardan şikayet edip “Yağlarımız eridi gene” diyerek her yaz yaylaya gidenlere imrense de..
İngiltere’den gelecek evlatları için katlanır Mesarya sıcağına.

Benim için ise yaz, yazmanın, sevişkenliğin, romantizmin mevsimiydi ruhuma.
Tuhaf ama, gittikçe yaz romantizmine kapılır oldum.
Eskiden sonbaharda kapılırdım bu ruh haline.

Gariptir, eskiden, yaz girişleri içim çekingen bir umutla ve coşkuyla dolardı.
En çok deniz mevsimi geldiği için sevinirdim. Çünkü çocukluğum boyunca doyumsuzdu deniz bana.

Artık öyle değil, tersine döndü. Yaz girişleri bir kederlenmeye tutulur oldum.
Herkesin içine sonbahar aylarında hüzün çökerken, bana yaz yığılması musallat oladurdu.

Yaz, aşk demekti, meşk demekti, tenin başka bir bedenin terinde, aşkın telemelenmesinin simyacısıydı.

…Ve şimdi, baba evinin küçük arka bahçesinde. Küçük aşevinin kapısına gözüm ilişip de onca eski şeyler aklıma gelmişken. Az önce saydığım bir çok atıl eşyanın yerinde yeller eserken.

Kısa yaz diyor yakın dostlarım. Söyleyin bana aklıma üşüşen onca duygulu düşünceyi yazmayıp aşevine atayım da aşk evine mi dönüşsün?

Söyle bana okuyucu buna şeyi bana yazdıran dürtü nedir?
Aşevinin eski kapısına bakıp da beni yazma aşkına gark eden, sürükleyen ve o duygula beni süründüren neden nedir?

Kısa yaz, zeytin ağacı ve aş’k evi.
Yorum Yap

Tamamen Ücretsiz Olarak Bültenimize Abone Olabilirsin

Yeni haberlerden haberdar olmak için fırsatı kaçırma ve ücretsiz e-posta aboneliğini hemen başlat.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bizi Takip Edin
Bize Katılın