“Sığınaklar, yaşamsal bir gereksinimdir” başlıklı yazımı geçtiğimiz perşembe günü okurlarla buluşturdum. Sağlık eski Bakanlarından Eşref Vaiz, arayıp, “Çok hassas bir konuya değindim Hasan Gardaşım.” dedi.
Eşref Vaiz’in eşi Dr. Gülgüz Vaiz’le Göçmenköy’de yaşam kesişmemiz var. Bu nedenle Eşref Vaiz’e “Kız verdik, eniştemiz oldun.” derim.
Eşref Vaiz, çok değerli insan kaynaklarımızdan biridir.
“Uzun uzun düşündükten sonra yaşadıklarımı, hayatımda travma nedeni olan izleri, kalıcı olsun diye yazıyorum.” deyince, sığınakla ilgili anılarından öne çıkanları bana iletirsen köşemde yayımlayabileceğimi söyledim.
Okudukça, satır aralarından ses veren çok psikolojik, duygusal izler fark ettim. Eminim sizler de fak edeceksiniz.
İşte Sevgili Dostum Eşref Vaiz’den gelen yazının bütünü:
***
“Kendim için değil, sevdiklerim, çocuklar, savunmasız siviller için. 1963’te aramıştık ilk sığınağı.
Larnaka – Tuzla’da 1974’te çok daha yakıcıydı savaşta sığınak ihtiyacı. Siz mevzide savaşırken evdekileri, sivil halkı düşünmemeniz gerekiyordu, gerekiyor. On yıl TMT ve TC’den gelen komutanlar güya hazırlamıştı bizi savaşa. Güçlü mevziler yoktu. Damı toprak, duvarları kerpiç veya boş varillerin içine doldurduğumuz kum çakıl karışımıyla yaptığımız mevziler. 1974’te sığınak yine yoktu.
Saklanma, korunma içgüdüsü…
İnsanın genlerine işleyen bir korkuydu bu.
1974 savaşından sonra yükseköğrenim için gittiğim Türkiye’de, İstanbul şehrinde yirmi yıl kaldım. İlk defa Ada dışına çıkmıştım. Kıbrıs’taki savaştan kurtulduğumu düşünürken Türkiye’de o günlerde çok keskin olan sınıfsal, siyasal başka bir savaşın içine düşmüştüm. Üstelik bu savaş ilk bakışta Türk’ün, Türk’le verdiği bir savaştı. İlk zamanlar anlamakta çok zorlanmıştım.
1994’te, yirmi yıl sonra memlekete, adaya kesin dönüş kararı almıştık. Yirmi yıl boyunca tatil ve şeçim dönemleri, kısa süreler için Kıbrıs’a geliyordum. Ancak kesin dönüş deyince içimde garip korkular depreşmişti.
Kıbrıs’ta yaşayan kayın biraderim Hasan Göktuna’yı aramıştım. Kıbrıs adasında, en azından Kuzey yarısında toplu taşıma yoktu. Onun için Hasan’a para gönderip, ilk olarak ikinci el bir araba almasını istemiştim.
Daha sonra zor konuya gelmiştik. Kiralık bir ev, ama apartman dairesi olacak. Daire 2. katta olacak, birinci, üç ve dördüncü katta olmayacaktı. Kayın biraderim Hasan şaşırmıştı;
“Enişte, merak etme, Kıbrıs’ta hırsızlık olayları Türkiye’deki gibi olmuyor.” dedi.
Ben, “Sen benim dediğimi yap, karışma.” demiştim.
Ayrıca olmazsa olmaz ikinci bir şartım da vardı. Apartman dairesinin su depolarının kapasitesi iki kat çoğaltılacaktı. Üçüncü bir şartım daha vardı, ancak söylemeye çekindim. O da bir elektrik jeneratörüydü. Var olan koşullarda kendime ve aileme bir sığınak arıyordum aslında.
İlla ki! İkinci kat. Hırsızlık için değil herhangi bir savaş durumunda füze ve bombalarda en az hasar görecek daire ikinci kat olacağını düşündüğüm için istiyordum.
İşte size; saklanma, korunma içgüdüsü… İnsanın genlerine işleyen bir korkudur..
Ve ben bu korkuyu, pandemi yıllarında yeniden hissettim. Bu kez görünmeyen bir düşmandan saklanmıştık. Bu kez korkularımız maskeye, mesafeye ve dijital ekranlara dönüştü.
Ama, korkular da toprak gibidir. Eğer anlatılmazsa, altında bir şey büyür: İnkâr, öfke ya da sessizlik… Ben sessizliğe razı olamadım. Yazmaya karar verdim. Çünkü yazmak, sadece geçmişi değil, geleceği de inşa etmektir.
Ayrıca; yazmak, unutmamaktır. Unutmadığın sürece hayattasın. Ve hatırlayanlar, yeniden ayağa kalkanlardır..
Her şeye rağmen, yazıyorum. Çocukluğumdaki travmalardan, kurtulma ümidi ile.”





