Kimi insanlar var, ne yapsalar tam yapamıyorlar. Başlangıçları şahane, heyecan dolu; ama sonunu getiremiyorlar. Bir gün gitar alıyorlar, “Artık müzik benim hayatım!” diyorlar. Üç gün sonra tozlu bir köşede sessizce yatıyor o gitar. Bir dönem yoga matı hep açık, mumlar yanıyor, “Yeni ben doğuyor!” nidaları… Sonra? Mat katlanıyor, mumlar bitmeden sönüyor.
Hani öyle insanlar vardır ya; kurslara yazılır, kitaplara başlar, vizyon panoları yapar ama hiçbiri uzun sürmez. Aynı tutarsızlık ilişkilere de yansır. İlk günlerde mesajlar, planlar, sürprizler… Sonra birden sessizlik. Sanki içindeki bir şey “Yeter bu kadar, devamı sıkıcı” deyip fişi çekiyor.
Ben bu insanlara “Yarım Kalanlar Kulübü” diyorum. Ve biliyorum ki çoğu, kendine “Ben neden hiçbir şeyi tamamlayamıyorum?” diye sormaktan bıkmış durumda.
Peki neden böyle olur?
Sosyolojik açıdan bakarsak, günümüz insanı “anlık hazlar” çağında yaşıyor. Her şey çok hızlı, her şey kolay erişilebilir. Bir filmi beğenmezsek, iki saniyede yenisine geçiyoruz.
Bir ilişkide sıkıldık mı? “Enerjim tutmadı” deyip yeni birine yöneliyoruz. Hobiler bile “trend” haline geldi. Bir dönem herkes seramik yapıyordu, sonra bitki bakımı, sonra kahve demleme sanatı…
Tutku, derinlik ister. Ama hız çağında derinleşmek, neredeyse sıkılmakla eş anlamlı hale geldi. Sıkılmaya sabrımız yok. Oysa her şeyin özü o sıkılma anında ortaya çıkar. Gitar çalmayı öğrenirken parmakların acıdığı o an… Bir ilişkide ilk büyü geçip sadeleştiğinde gelen o boşluk… İşte o an, tutkudan sevgiye, hevesten bağlılığa geçiş kapısıdır. Ama biz, o kapıdan geçmeden kaçıyoruz.
Konu üzerine haydi biraz daha derinleşelim… İnsan, genellikle dönüşümden korkar. Çünkü her yeni şey, eski bir benliği öldürür. Konfor alanından uzaklaştırır. Yarım bırakan insanlar, çoğu zaman “bitirmekten korkan” insanlardır. Bir şeyin sonuna gelmek, onları yüzleşmeye zorlar. Kendileriyle, sınırlarıyla, yetersizlik duygularıyla… O yüzden yeni başlangıçlar üretirler, ama hiçbiri bir bütünlük hissine ulaşmaz.
Bir ilişkiyi yarım bırakır, çünkü “gerçek yakınlık” onu savunmasız yapar. Bir hobiyi bırakır, çünkü derinleşmek disiplin ister; oysa disiplin, içsel boşlukla yüzleşmektir. Yani, bir yönüyle kendini sabote eder. “Nasıl olsa benden bir şey olmaz” diyen o iç ses, aslında kişinin kendi potansiyelinden korkan kısmıdır.
Modern dünyanın sinsi oyunları içinde, toplum da bu döngüyü besliyor. Sosyal medya “yeni başlayan”ların cenneti. İlk gün pilates videonu paylaşıyorsun, herkes alkışlıyor. Ama altı ay sonra hâlâ devam ediyor olsan da kimse dönüp bakmıyor. Yani ödül, başlamakta; derinleşmekte değil. Bu yüzden beynimiz, “başla ve bırak” döngüsünü ödül mekanizmasına dönüştürüyor. Yeni bir şeyle ilgilenmek dopamin patlaması yaratıyor. Ama sürdürebilmek? O artık sabır hormonu istiyor ve bizde o eksik.
Yarım bıraktığımız her şey aslında içimizdeki “yarım kalmış yönün” bir yansıması. Tamamlanmamış arzular, görülmemiş çabalar, bitmemiş hikâyeler… Hepsi bizde “yarım kalmak güvenlidir” inancını oluşturmuş olabilir. Çünkü tam olursak, artık bahane kalmaz. Tam olursak, artık görünür oluruz. Ve görünür olmak, bazen çıplak kalmak gibi gelir kişiye. Oysa ruh, bütünlüğü özler. Bir işi bitirmek, bir ilişkiyi gerçekten yaşamak, bir hobide ustalaşmak… Hepsi ruhun “ben varım” deme biçimidir. Bir şeyleri yarım bıraktığında, aslında kendinden biraz daha uzaklaşırsın. Bitirdiğinde ise bir parça daha doğarsın.
Eğer sen de o “yarım kalanlar”dan biriysen, şunu bil:
Bu, tembellik değil.
Bu, içsel bir korkunun, tamamlanma cesareti kazanmamış halidir.
Bugün sadece bir şeyi bitir.
Bir kitabı, bir konuşmayı, bir duyguyu…
Belki de yıllar önce yarım bıraktığın bir mektubu.
Çünkü bazen ruhun bütünlüğü, sadece bir sayfayı çevirmekte saklıdır.
Ve sen o sayfayı çevirdiğinde, hayat da senin için yeni bir sayfa açar.
“Bir şeyi yarım bırakmak, kendinden biraz daha eksilmektir; bitirmekse, yeniden doğmaktır.”





