Rum komşularımız gerçekten akıllıdırlar…
Bunu ciddi ciddi söylüyorum, şaka olsun veya gırgır olsun diye değil…
Amma ve lakin, biz kesinlikle onlardan daha akıllıyız!
Başbakan Hüseyin Özgürgün de Kıbrıslı Türklerin de en az Rumlar kadar akıllı olduğunu filan söylüyor, ama eksik söylüyor…Biz Kıbrıslı Rumlardan çok ama çok daha akıllıyız, işte örneği:
Adamları 1974’de Amerikan ve İngiliz tezgahıyla gerçekleştirilen bir süreçten sonra yapılan askeri müdahale ile tekme tokat Güney’e kovaladık, Kuzey’de bıraktıkları ganimet üstüne saltanat kurduk, kafamıza giydik, önce ganimeti yedik, sonra da ganimet yüzünden birbirimizi yedik, ortada yenecek birşey kalmayınca Türkiye imdadımıza yetişti, Türkiye’nin mutfağından yemeye başladık, onu da yüzümüze gözümüze bulaştırdık, Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’a yaptığı yatırımları da rant çarkına teslim ettik, en sonunda rant çarklarının dümeninde duran siyasiler ve dışardaki uygulayıcılar birbirine girdi, karşılıklı rüşvet suçlamaları uçuşuyor şimdilerde, Meclis’i ise Hababam Sınıfı’na çevirdik, rüşvet iddiaları ve dolarlar havalarda uçuştu, iktidar partileri ve Başbakan mahkeme kapılarında süründü, memleket uyuşturucu bataklığına döndürüldü, mafyanın her türlüsü türedi, kadın ticareti ve fuhuş hat safhaya ulaştı, kumar mafyası her köşeye çöreklendi, devletin ve Rumdan kalan araziler yatırım adı altında peşkeş çekildi, denizler lağım çukuruna çevrildi, trafik bir katliam makinesine dönüştü, eğitim ve sağlık sistemi çöktü, sendikalar kendi cumhuriyetlerini ilan etti, memleket sorma gir hanına döndürüldü, Türkiye’den ve dünyanın diğer yerlerinden gelen bazı ne idüğü belirsizler ülkede terör estirmeye, mahkeme koridorlarını ve hapishaneyi doldurmaya başladı, vesaire vesaire…
Birkaç cümle ile, zar zor da olsa, durumu özetlesek de, ne kadar akıllı olduğumuzu ve bu “akıl almaz” akıl kapasitesiyle ne mucizeler(!) yarattığımızı an be an tüm detayıyla yazmaya kalksak, emin olun destan değil destanlar yazarız…
Evet, kıssadan hisse çıkardığımız girişten sonra gelelim başa yeniden…
Rum komşularımız bizim kadar akıllı değildirler ama, birazcık (!) da olsa akıllıdırlar…
1974’den sonra akıllarını başlarına topladılar ve Güney’i kalkındırdılar, adam gibi çalışan ve kimsenin gözünün yaşına bakmadan hesap soran ve kimsenin pozisyonuna bakmadan hizmet veren bir devlet sistemi kurdular…
Öyle ki, gün geldi, kapılar açıldıktan sonra herşeyiyle iflas eden kendi devletçiklerinden usanan “akıllı” Kıbrıslı Türkler Kuzey’de yaşayıp da vergilerini Kuzey’de öderken Rum tarafının, yani Güney’in hastanelerinde, okullarında, alışveriş merkezlerinde çare aramaya başladılar, buldular da…
Rum komşularımız da bunu sürekli yüzümüze vurmaktan çekinmedi…
Sonuçta, Kuzey ile Güney’in pembe dizilik durumu tüm açıklığıyla ortaya çıktı.
Bu arada, şu lanet olası Kıbrıs sorununa çözüm bulmak için de görüşmeler bir ileri iki geri modunda, pembe dizinin senaryosu gereği, sürdü gitti…
Ve nihayetinde, bu pembe dizinin sürekli değişen aktör kadrosunun son oyuncuları Akıncı ile Anastasiadis karşı karşıya geldiler…
Tek ayak üstünde yüz numara çekme ustası Anastasiadis de geleneği bozmadı, yaptı yapacağını, Enosis denen ve aslında bir tür şövenizm ve faşizm bileşkesinden oluşan sapkınlığın eseri olarak bir memleketi kan gölüne döndürme senaryosunun tek kelimeyle özeti olan zırvayı yeniden canlandırması için birilerini dürtükledi…
Akıncı ve bizim tarafın bilimum paydaşları anında tepki gösterdi ve hep bir ağızdan “Höt!” dediler…
Pembe dizinin senaryosu da buraya kadar beklendiği gibi gitti…
Serinin son filminde Cumhurbaşkanı Akıncı diyor ki “ Rum tarafı kapıyı vurup çıktı gitti, görüşmeler durma noktasına geldi, Rum Yönetimi Lideri Nikos Anastasiadis’in Enosis Plebisiti’nin okullarda kutlanmasına ilişkin meclis kararının geri alınması için gerekli çabayı ortaya koymasını bekliyorum…”
Anastasiadis de diyor ki, “Abartma yahu, tarihsel bir anma olayını bahane ederek ve Türkiye’nin dümen suyundan giderek masadan kaçma, sen de Rum toplumunu rencide eden olayların kutlanmasından vazgeç, ben burdayım, bir yere kaçmadım, masaya dönmeye hazırım, esas masadan kaçan sizsiniz…”
Taktik eski taktik ve her zaman da işe yarayan, topu doğrudan Türk tarafının kucağına atan ve Türk tarafını zora sokan taktik…
2002 Aralık ayında yapılan ve Kıbrı sorununa temelli bir çözüm getirmeyi hedefleyen Kopenhag Zirvesi’nde yaşananlar hala hafızalardadır, son kertede Rum lider Klerides “Ben imzalarım, bende sorun yok, önce Denktaş imzalasın da görelim” demiş, Denktaş ise “Kıbrıs Sorununa Kapsamlı Çözüm Temeli” başlıklı belgeyi imzalamayı reddetmiştir…
Top yine Türk tarafının kucağında kalmıştır…
Arkasından Annan Planı süreci gelmiş, Rum liderliği ve siyasi partilerden başta AKEL, hani şu bizim bazı siyasilerimizin nerdeyse taptığı AKEL, anlaşmaya taraf gibi görünüp, sol gösterip sağ çakmıştır ve sonuçta Annan Planı Rumlar tarafından reddedilmiştir ve sonucunda ise Rum tarafı hiçbir bedel ödememiş, hiçbir kayba uğramamıştır, “Avrupalı” olacağım diye sevinen Türk tarafına son dakika golünü atmıştır, pembe dizinin senaryosunu istediği gibi biçimlendirmiş, süreci istediği gibi uzatmıştır…
Bu gidişatta açık ve net bir şekilde bellidir ki, Kıbrıs sorunu adlı pembe dizinin senaryosunda mutlu son yoktur, olmayacaktır da…
Bu pembe dizinin senaryosunda kesin olan tek şey vardır, o da Rumların bu filmin senaryosunu istedikleri gibi yazdıkları, yönettikleri ve oynadıklarıdır…
Malesef ki, Denktaş, Talat, Eroğlu ve Akıncı, bu senaryoda başrol oyuncusu gibi görünseler de, niyetleri birbirinden farklı olsa da, figüran olmaktan öteye gidememişlerdir ve Rum tarafı haksız bile olsa, haksızlıktan kendisine hak payı çıkarmayı pek ala da her seferinde becermiş, topu istediği zaman kendi sahasında, istediği zaman da Türk tarafının sahasında çevirmiş, Türk tarafının tek bir gol bile atmasına izin vermemiş, sadece atar gibi yapmasına izin vermiş ama anında geliştirdiği karşı ataklarla golü Türk kalesine atmayı becermiştir…
Akıncı bu senaryoyu bozabilir miydi? Bence bozabilirdi, ancak bunu yapabilmek için görüşlerine anında başvurabileceği ve görüşlerin değerlendirmesinde, sentezinde kendisine yardımcı olabilecek, yol gösterebilecek, farklı görüşleri ortaya koyabilecek çok güçlü bir beyin takımı olmalıydı… Seçildiği zaman bunu oluşturmadı ve ahbap çavuşlarıyla yoluna devam etti, karşısındakinin ne kadar güçlü bir ekibi olduğunu bir türlü anlamadı, ya da anlamak istemedi…
Sonuç: Aklımızın bizi getirdiği durum ayan ve beyan ortada!
Siyaset dediğin şey tek ayak üstünde bin tane mazaret uydurmak ve sonunda belayı kucağında bulduğunla kalmak değildir…
Siyaset dediğin şey bir taraftan kendin kazanmak, diğer taraftan da halkına kazandırmaktır.
Son tahlilde, Türkiye Güzelyurt’ta açılan ve sağlık bilimleri ağırlıklı faaliyet gösteren bir üniversiteye destek için Güzelyurt’a bir hastane yapmaya karar vermiş, bizim siyasetçilerle mütahhitler birbirine girmiş, rüşvet ve yolsuzluk suçlamaları havada uçuşmuş, rezillik dizboyuna ulaşmış, sonuçta hastane ihalesi Ankara’da açılmış, temeli de bizim hükümet üyeleri tarafından atılmış!
Atılan nutuklarda ise “Rum aklını başına toplasın, Güzelyurt’u filan vermiyoruz, işte hastane yapıp kalkındırıyoruz!” deniyor…
Akıllıyız, akıllı! Hem de pembe dizinin en akıllısı!