Göç Verip ve Öç Almanın Hikayesi
Mersin’den sabah saat 10 civarında yola çıkan bir gemi, Temmuz ayının kızgın güneşi altında, 4 saat sonra, Akdeniz’in tam ortasına gelmişti. Herkes, yorgunluk, bitkinlik ve gemi tutması yüzünden, yarı uyur uyanık, yarı baygın ve pejmürde halde idiler..
Göç gemisindeki kundaklı bir bebek, birden bire öyle acı bir çığlık attı ki; korkuyla, panikle kendilerine geldiler.
Uykulu, kan çanağına dönmüş gözlerin boş bakışlarıyla birbirlerine baktılar. Az önce bir bebek çığlığı duymuşlardı oysa, canhıraş bir acıyla çığlık atan bebeği aradı herkesin gözleri, ortalarda bir bebek görünmüyordu, ne bebek vardı ağlayan ne de çığlık sesi..
Tekrar sonsuz ölü uykusuna daldılar..
Temmuz ayının sonlarına doğru, 1975 yılıydı. Cehenemvari böyle bir yaz günüydü. Akdeniz’in tam ortasında, savaş artığı bir gemi yol alıyordu. Arkada Anadolu, önde Kıbrıs adası. Kırlangıç balıkları ve yunuslar hiçbir şeyden habersiz gemiyi takip ediyorlardı. Hava cehennemi aratmayacak kadar sıcaktı ve zebaniler geminin etrafında fır dönüyorlardı.
Herkes sırılsıklam terliydi, nefes almak imkansız geliyordu. Geminin her katını, keskin, mide bulandırıcı bir mazot kokusu sarmıştı. Kimileri için için, sessiz sessiz, sızlanarak ağlıyor. Kimileri büyük acılarla kusuyordu. Kimse kimsenin acısına, mide bulantısına, sıkıntısına aldırış edecek, yardımına koşacak durumda değildi. Bu öyle bir yolculuktu ki, geminin rotasının yaşama mı? Yoksa, sona doğru mu olduğu, kimseler tarafından bilinmiyordu. Öyle bir son yolculuktu ki bu, kimsenin hayatı eskisi gibi olmayacaktı. Ve bu gemiye doluşmuş göçmenlerin hayatları film şeridi gibi gözlerinin önünde akarken, aniden senaryo değişikliğine gidilen, bu hayat akışı senaryosu, 40 yıl boyunca defalarca makaslanacak, montajlanacak, kurgulanacak, çeşitli senaryolarda koz olarak kullanılacak ve bu acı film 40 yıl boyunca çeşitli değişikliklere uğratılmak için defa kez makaslanmaya devam edecekti.
Kısacası gemideki siyasi figüranlar bir türlü sonu getirilmeyecek bir dram filminin dublörleri ve başrol oyuncularıydı.. Yaz sabahının en sıcak zaman diliminde binilen savaş artığı bu gemi, gün batarken; Kıbrıs adası ufuktaydı.
O yıllarda Kıbrıslı Türkler’in Mağusa’daki hayatı surlar içinden ibartetti. Uzaktan, nemli, kederli, gün batımında kızıl bir siluet içinde ortaçağ kent resmi gibi görünen Mağusa’nın eski sur duvarlarına hapsolmuş iki minareli Katediral’den bozma Lala Mustafa paşa Camii’nin minareleri görünüyordu..
Neden böyle bir yolculuğa razı olmuşlardı, onları bin yıllık vatanlarının köklerinden koparıp bu ölümcül yolculuğa çıkaran sebepler neydi? 1975 yılında Adana’dan, Konya’dan, Antalya’dan, Mersin’den ve Trabzon’dan neden yollara çıkıp 40 yıl sürecek bu acı dolu yolculuğa çıkmışlardı.
Savaştan çıkalı henüz bir yıl olmuş bir adaya yolculuk etmek, eski alışık olduğun, bildik tanıdık hayatını geride bırakıp, yeni bir hayata göç etmek, büyük bir cesaret ve acısı sonradan çıkacak ve ömür boyu sürecek gizli sızılı bir ruhi travmadır. Herkesin haklı bir sebebi elbette vardı. Kimileri 68 yılında başlayan sağ/sol çatışmacılığının anlamsızlığından, kimileri çaresizlikten, kimileri yeni umut arayışıyla çıkmıştı bu biraz zorunlu, biraz da meçhul göç yolculuğuna…
Kıbrıs’a göç ettirilecek ailelerin çoğu , devlet görevlilerin akıl dışı, fantastik “pembe yalanları” ile göçe razı olmuşlardı:
*Bir zeytini, öyle iri ki, dört ısırıkta ancak yiyip tüketeceksiniz. *Evleriniz dönerli olacak, bir düğmeye basacaksınız güneşe, bir düğmeye basacaksınız gölgeye dönecek.
* Bir düğmeye basacaksınız ve evinizin bir çeşmesinden karlı buzlu soğuk sular, diğer çeşmesindense sıcacık kaynar hamam suyu akacak
*Her birinize dayalı döşeli, her eşyası tastamam bahçeli evler verilecek
*Her aileye çocuk sayısına göre küçük baş hayvan verilecek.
*Bol verimli topraklara sahip olacaksınız
*Kendi geçiminizi sağlayıncaya kadar iaşe-ibate ve nakit yardımı alacaksınız
*Huzur içinde, sorunsuz bir hayatın göçü olacak bu; diyordu, Anadolu Akdeniz halkını Kıbrıs göçüne davet eden yetkililer…
Gün batımına doğru, savaş artığı göç gemisi Mağusa limana yanaşırken, Mağusa şehri surlar içine hapsolmuş, savaştan yeni çıkmış, insanları endişeli, gelecek kaygısında küçük bir kasaba görüntüsündeydi.
Mağusa’nın hemen güney baş ucunda, savaşın acımasızlığının kanıtı, küçük Amerika’ya benzer Vroşa ( Kapalı Maraş) Kıbrıs adasının geçmişini de, savaşın vicdansızlığını da, gemiler dolusu getirilen insanların geleceğinin de nasıl bir belirsizlik olduğunun kanıtıydı aslında. Ama o yıllarda kimseler bunu idrak edebilecek durumda değildi. Çünkü herkes göç ve gemi yolculuğu sarhoşluğunda ve bitkinliğindeydi…
Anadolu’dan göçmen getiren savaş artığı gemiler Mağusa limanına demirlerken, bundan tam bir yıl önce 1974 yılının Eylül ayında Baf, Limasol ve Larnaka’dan ve köylerinden göç etmek zorunda bırakılan Kıbrıslı Türkler de aynı travmayı yaşamışlardı. Aynı Anadolu’dan Kıbrıs’a göç etmek zaruriyetinde olanlar gibi. Ama tek bir farkla, Anadolu’dan göç edenler, sağ/sol çatışması ve ekonomik sebeplerden ötürü göçe durmuşlarken, Kıbrıs’ın Güney’inden gelenler, emperyalistlerin Kıbrıs’ta yoktan var ettikleri lanet olası kanlı savaş yüzünden göç yollarına düşeceklerdi. Güney’de kalan Kıbrıs yaşamında çocukluklarını, anılarını, fotoğraflarını, atalarının mezarlarını, hayvan sürülerini, bağlarını-bahçalarını, avlularındaki tavuklarını, su kuyularını, asma talvarlarında kan kırmızı üzümlerini, traktörlerini, yüzyıllarca dostça yaşamaya dikkat gösterdikleri Rum komşularını hepsi bir yana, doğup büyüdükleri, en eski anılarının şu dünya üzerindeki tek coğrafyası köylerini ve evlerini arkalarında bırakıp çekip gitmek başka yerlere; bu ne demek bileniniz, hissedeniniz, bu travmayı düşünebileniniz var mı?
Bunu ancak yaşayanlar anlar.
Gezgin bir gazeteci olarak, gezi kültür programım “YOLCU” çekimleri boyunca, 8 yıl köy köy gezip yüreklerin sesini dinlerken ne acılar dinlemedim ki?!!!
Güney Kıbrıs’tan Kuzey Kıbrıs’a doğru yapılan öyle çok, öyle acı, öyle dramatik göç hikayeleri ve çeşitleri dinledim ki!!! Şimdi size hangisini anlatsam, bir diğer yaşanmışlık acısına yazık olacak. O yüzden, isim ve mekan ayırımı yapmadan anlatacağım size dinlediğim gerçekleri..
1963 yılında 103 köyden silah zoru ve ölüm tehdidi ile köylerinden, evlerinden, ata topraklarından kovulanlar, bir daha evlerine dönemediler. Çiçekleri saksıda kurudu, mahsulleri de dalında çürüdü.. Bir çok insan Rum’larla yüzyıllardır karma yaşadıkları köyleri terk etmek zorunda bırakıldı. Özellikle 1963-67 yıllarında süren sokak çatışmaları, nümayişler, sabah işe gitmek için evden çıktıktan sonra bir daha dönmeyenler oldu.
Savaşın çirkin iğrenç yüzü ile ilk tanışanlar Kıbrıslı Türkler olur adada.. O ailelerden biri, 1964 yılının ilk ayanlarında kundakta bir bebekle korku ve dehşet içinde, saklanarak, can korkusundan, Baf’ın bir köyünden güvenli Limasol kanton bölgesine ulaşmak için, çoluk-çocuk yayan yapıldak günlerce Baf’ın dik dağlarını aşmak zorunda kalmışlar.
Gece, uyumak yerine yol alıp, gündüz, en kuytu ormanlıklarda, mağaralarda serçe uykuları ile idare etmişler. Aile reisi baba, en çok o yıkılmış bu kaçışa, onuruna yedirememiş, sindirememiş, kendisine onursuzca gelen bu kaçışı. Yanlarında iki battaniye, çıkınlarında üç parça kuru hellim ve köy ekmeğinden başka bir şey yok. Bir de annenin koynuna sakladığı bir iki bendo altın lira.
Su iki günde tükenmiş, dere sularından, çamurlu sulardan içmişler. Geceleri, yol alırlarken, uyanıp, aniden çığlık atarak ağlamaya başlayan altı aylık bebeklerinin sesi duyulmasın diye bebeğin ağzını avuç içiyle sıkı sıkı kapatmaktan başka çareleri yokmuş.
Anne “iki defa ölüm tehlikesi geçirdi yavrım. Gorkumdan öyle çog basdım ki manamu, gece garannıgda görmeyig da yüzünü, sabahdan bagdığımda yüzü morardıyıdı çocuğumun. Hazır öldürelim gendini” dedikten sonra hıçkırıklara boğulmuş ve röportaja devam edememiştik!!!
Bir başka aile ise 1974 Ağustos ayının en sıcak günlerinde, Baf’ın bir köyünden Limasol İngiliz Üsler bölgesine, kötü şartlarda birkaç gün kaldıktan sonra Beyarmudu (Pergama) üzerinden Kuzey Kıbrıs’a ulaşmak için kıraç tepeleri aşarak yaşadıkları üpertici korkuyu anlatmışlardı.
Evin babası, ailesini İngiliz üslerine emanet ettikten sonra; traktörünü ve “Davar Sürüsü” dedikleri keçilerini kurtarmak için tekrar gider köyüne ve köye ulaşır. Rumlar, önce korkutmaya çalışırlar babayı. Düşünsenize yüzyıllardır atadan dededen beraber yaşadığınız Rumlar sırf traktörünüzü ve hayvan sürünüzü almamanız için sizi ölümle korkutuyor. Kimseye aldırmamış ve kimseden korkmamış cesur Baf köylüsü baba. Traktörüne binip, sürüsünü de önüne kattıktan sonra; çok istese de dönüp köyüne bir kez daha olsun bakmamış. Ova yollarından, patikalardan, tepelerin yamaçlarından akşama kadar yol almış. Fakat gün batımına yakın, dağlarda gizlenen Rum çeteciler traktörüne ve sürüsüne el koyup Baflı babayı esir almışlar.
Bugün 70’lerinde olan ve hala psikolojik ilaçlarla tedavi gören, Ocak 1975 yılına kadar, önce Rum’ların elinde esir düşen, daha sonra ta Limasol İngiliz esir kampına teslim edilen Kıbrıslı Türk baba Rum’ların elinde esir tutulduğu süreçte, en çok ailesinin akıbetinin ne oluğunu merak ettiğini, 6 aylık bebeklerinin ne durumda olduğunu düşünmekten çok kötü duygular, çok uykusuz geceler geçirdiğini ve hatta bir ara esirlikten kurtulmak ve ailesi adına duyduğu endişeyi dindirmek için ölmek istediğini, o yüzden esirlik günlerinde neler yaşadığı konusunda daha fazla konuşmak istemediğini dile getirdikten sonra çocuklar gibi hıçkırarak ağlamaya başlayınca; görüşme orda bitmişti.
İngiltere’ye ait askeri üslere sığınmak zorunda kalan ve neredeyse 6 ay boyunca çok ilkel şartlarda, buralarda hayatta kalma mücadelesi veren 9400 Kıbrıslı Tük göçmen 18–27 Ocak 1975 tarihleri arasında önce Adana’ya oradan da Lefkoşa’ya getirilirler.
9 Haziran 1975’te Kıbrıslı Rumlar tarafından yapılan bir istatistiğe göre 182 bin Kıbrıslı Rum’un adayı ikiye bölen “Yeşil Hat”tın güneyine geçtiği, göçmen durumuna düşen 36 bin kişinin kendisine yetebildiği ancak 146 bin kişinin devlet desteğine ihtiyaç duyduğu belirtilir. Savaş artığı göç gemisi, Adana’dan ve Konya’dan getirdiği Anadolu göçmenlerle 1975 yılının Temmuz ayının sonlarına doğru Mağusa limana yanaşırken, Mağusa şehri surlar içine hapsolmuş, savaştan yeni çıkmış, insanları endişeli gelecek kaygısında, küçük bir kasaba görüntüsündeydi. Mağusa’nın hemen güney baş ucunda, Lala Mustafa Paşa Camii’nin minareleri üzerinde yükselmiş Maraş’taki gökdelen oteller, harabe bir şekilde göze çarpıyordu…
Savaşın acımasızlığının kanıtı küçük Amerika’ya benzer Vroşa ( Kapalı Maraş) Kıbrıs adasının geçmişini de, savaşın vicdansızlığını da, gemiler dolusu getirilen insanların da geleceğinin nasıl bir belirsizlik olduğunun kanıtıydı aslında. Ama o yıllarda kimseler bunu idrak edebilecek durumda değildi. Çünkü herkes göç ve gemi yolculuğu sarhoşluğunda ve bitkinliğindeydi…
Akşam gün batımında, Ortaçağ’ın taşlarla örülü kale şehirlerinin siluetlerini andırıyordu Mağusa. Birden bire aniden “Güüüüüm” diye bir ses duyuldu, gemideki 6 aylık bebek bir çığlık daha attı, bu kez daha tiz ve kulakları tırmalayan çok daha acı bir çığlıktı bu. Koskoca gemideki tüm göçmenler bir kez daha irkildiler oldukları yerde. Kızarmış uykulu gözler, bitkin ve solgun yüzlerle birbirlerine baktılar. Hemen ardından bir zurnanın çığlıkları işitilmeye başladı. Sonra davul sesi bir daha gümledi; davul zurnayla karşılanıyordu gelen Anadolu göçmenleri ve Mağusa surları ellerinde bayraklarla onları karşılamaya gelen Kıbrıslı Türk soydaşların istilasındaydı..
Gemiden indiler, yanlarında pek bir eşya yoktu. Karşılamaya gelenlerle kucaklaştılar. Daha sonra bugün Mağusa’nın tek Üniversitesi olan Doğu Akdeniz Üniversitesi kampüsünün binalarına yerleştirildiler. Herkes perişan görünüyordu, hava bir insanın nefes almasını iki kat engelleyecek kadar sıcak ve nemliydi. Yemek karavana şeklinde dağıtılıyordu. Pamuktan şilteler, çarşaflar, battaniyeler dağıtılıyordu. Aynı soy adına mensup aileler bir arada kalmaya çalışıyorlardı. Sabaha karşı bir vakitte bir çok insan hala uyuyamamıştı, sivrisinekler ve küpdüşen sinekleri, gelen göçmenleri cezalandırırcasına tenlerini kemiriyordu. Sineklerin kovulması için kocaman bir ateş yakıldı.
Denizin üzerinden, bugünkü Gülseren Kampı ufkundan şafak sökerken 6 aylık bir bebek yine çığlık çığlığa ağlamaya başladı, bu çığlık uyuma zorluğu çeken herksi bir kez daha ayıktırdı. Sürekli çığlıklar atan, 6 aylık bu erkek bebek ve 3 kız kardeşi 4-5 gün sonra Mesarya ovasının tam ortasındaki Vadili köyünde bir Rum evine yerleştirildiler. O günden sonra, bu güne değin o evle bağını hiç koparmayacak olan 6 aylık bu bebek 1-2 yaşına geldiğinde hala acılar çekiyor, geceleri çığlıklar atıyordu. Bir gece, yine çığlık atarak herkesi uyandırdığında gözleri yan dönmüş, yüzü kaymış bir şekilde havale geçirdiği anlaşıldı. Doktora götürüldüğünde bebekliğinden bu yana bir rahatsızlığı olduğu ve bu son havale, yüksek ateşten ötürü bebeğin yürüyemeyebileceği ve hatta ölebileceği iddia edilmişti..
1975’yılında Güney’de kalan köyünden Bostancı’ya (Zodya) göç etmek zorunda kalan ve hala hayatta olup Bostancı’da yaşayan Piskobu göçmeni, kara çarşaflı, mevlütcü Şahesde neneyi anımsadıktan sonra şöyle devam etmişti Zodya’da doğmayan ama oradada büyüyen, benimle yaşıt yakın bir dostum: “Her yaz, gün batımında, hava kızıla boyandığında, mahallemizin Şahesde nenesi dua okurdu çocukluğumuzda ve bize şöyle derdi “Böyle bir günde savaş çıktıydı be çocuklar. On’çun hava böyle olduyuncak gorku sarar beni da dova ederim savaş çıkmasın gene deye, siz da dova ediniz” işte o günden sonra ben de, her gün batımı ufuk kızardığında, savaş çıkacağı psikolojisine kapılırdım” Diyor, yaşıtım, orada doğmamış ama orada büyümüş 1975 Londra doğumlu yakın bir dostum.
Çocukluğumda, bir daha savaş çıkarsa annesini, babasını ve kardeşlerini tavan arasında saklamayı düşündüğü için, orada bir gün saklanmak zorunda kalırsak düşüncesiyle bakkaldan aldığı yemişlerden bir tanesini tavan arasına saklarmış!!!
Bir başka Ayyanili yaşlı teyze ise, ölünceye kadar, eğer bir gün savaş çıkarsa lazım olur diye evinden hiçbir şey ve eşyayı atmadan yaşamış hep. Kıbrıs’ta Savaş görmüş insanlar, hiçbir şeyini atmaz buralarda, bir gün gelir yine kötü günler görürsek elde bulunur ihtiyatı ile yaşarlar..
Ölünceye kadar savaş korkusunu üzerinden atamayan bir başka yaşlı teyze ise, savaş çıktığında aniden höç etmek zorunda kaldıklarında, üzerindeki geceliklerle göç yoluna düşmek zorunda kaldığından; o günden sonra hep günlük elbiselerini giyinerek uyumuş. Ölünceye değin!!! Temmuz 1975’in üzerinden koskoca 40 yıl geçti.
Anadolu’dan göçmen taşıyan o gemilerde 6 aylık bir bebek olarak ve çığlıklar atarak bu adaya gelen o bebek, size bu hikayeyi anlatan yazardan başkası değil elbet. O bebek benim.
Baf köylerinden birinden göç etmek zorunda kalan ve hala savaş travması tedavisi gören Baflı babanın 6 aylık bebeğine ne oldu soramadım hiç, o babanın yarasını tazelemek istemedim. Aradan geçen 40 sene sonra Kıbrıs Rum Başpiskoposu Hrisostomos şöyle buyurdu geçenlerde: “Gemilerle bu adaya gelen tek bir Türk askeri kalmayıncaya ve Anadolu’dan gelen Türk göçmenlerden sonuncusu adayı terk edene kadar, kimse Barış umuduyla yaşamasın” evet aynen böyle, dedi.
Ve maalesef, Kıbrıs’taki tek bir solcu siyasetçi, dernek üyeleri, sivil toplum örgütleri, sendikalar ve vs hiç birinin papazın karşısında, bu konuda tek bir karşı beyanat vermemesi bu adadaki solun, asolcuların, yani güya solcuların ölü yüreklerinin, kör ruhlarının acı kanıtı oldu.. İster gemilerle Anadolu’dan gelmiş göçmenler olsun, isterse çeşitli zorlu ve zorunlu göç yolları ile Kuzey Kıbrıs’a ulaşmış Kıbrıslı Türk göçmenler olsun aynı acı göç filminin figüranları konumunda tutuluyorlar hala. Ne göç acısı, ne de film bitmedi, çekimleri sürüyor hala.
Yeniden senaryo değiştiriliyor, kurgu başkalaştırılıyor, montaj teknikleri yenileniyor, defalarca makaslanan bu “Kıbrıs göçmen sorunu” oyunu 40 yerinden makaslanarak yeni bir senaryoya uydurulmaya çalışılıyor ne yazık.. Lefkoşa’nın Türkler tarafından fethinin 446. ve İzmir’in Yunan’dan kurtarılıp Türk kurtuluş savaşının sonuçlandırıldığı günün ise 94. yıl dönümü anısına..
Candaş Özer
Araştırmacı-Yazar-Şair
Temmuz 2015 (kendi göç hikayemin silik anıları)