Vefatının 80. yılında Muhammed İkbal’e selam olsun. Bize onu sevdiren Mehmet Akif’e de… Her iki coşkun ırmak, halen fikri/ahlaki/insani havzaları besliyor. Millet olma bilincinin; dil, edebiyat, kültür, şiir ve sanatla taşıyıcısı olan bu iki isim aynı dönem birbirlerinin çağdaşı değil, sözdaşıdır da denilebilir. Zira İkbal’in felsefe ve mistik haleti ruhiyesine karşın, Akif duygu ve şiiirle yaşadığı coğrafyanın zihin yenilenmesine aynı ahlaki gerekçelere yaslanarak öncülük etmiştir. Her ikisi; biri Anadolu’da, diğeri Pakistan evreninde üstlendikleri rol, çağının “ahlaklı” aydınlarının rollerinden farklı olmamıştı.
İşgallere, savaşlara, kapitalizmin dünyayı saran ahlaksızlığına karşı çıktılar, Bertrand Russell (1872-1970) gibi. O da İkbal ve Akif gibi aynı çağın aydını. 1900’lerin başında İngilizler’in idealizme karşı başlattığı isyana öncülük etti. Ludwig Wittgenstein ile birlikte analitlik felsefenin kurucusu kabul edilen Russell, Felsefi denemesi ”İfade Üzerine” adlı eseri felsefinin paradigması olarak kabul görüyor. Aynı zamanda geniş bir çevrece 20. Yüzyılın önde gelen mantıkçılarından biri olarak biliniyor. Serbest ticareti ve emperyalizm karşıtlığını destekleyen ve barışsever tutumundan dolayı Birinci Dünya Savaşı sırasında hapishanede yattı. Daha sonra Adolf Hitler’e karşı kampanyalar düzenledi, Stalinci totalitarizmi eleştirdi, Vietnam Savaşı’ındaki tutumu nedeniyle Amerikan hükümetini suçladı. Aynı zamanda nükleer silahsızlanmanın dobra savunucularından oldu. Son eylemi, İsrail’in Orta Doğu’daki ülkelere karşı izlediği tutumu eleştirdiği bir bildiri yayınlamasıdır.
“Ahlaklı aydın” kimliğinin nadide örnekleri sayılabilecek bir tutumdan bahsediyorum. Bu anlamda Russel’i emperyalizme karşı dik tutan duygu ile, Akif’i ve İkbal’i farklı coğrafyalarda emperyalizme karşı dik tutan duygu aynı ahlaktan beslenir; insanlık.
Evet, aydın kimliğinin politik tutumları onun doğru anlaşılamaması gibi tehditler doğurur. Bu tutum nedeniyle zamanında anlaşılamayan pek çok filozof gibi Spinoza da yanlış anlaşılmanın ve doğru anlaşılmamanın muhatabı olmuş, tuhaf bir çelişkiyle hem en büyük din karşıtı sayılmış, hem de eserinin temel kaynağının “Tanrı sevgisi” olduğu söylenmiştir. Bunlarla birlikte Spinoza’nın tam bir bilge yaşamı yaşadığı belirtilebilir.
Akif, tanıklık ettiği çağın tüm politik karmaşasında siyasi bir tutumdan kaçınsa da, tutunduğu medeniyet diline rağmen tarihin, dönemlerinin politikasına karşı duruşları üzerinden aydın okuması yaparak yargılamasından kendisini koruyamamıştır.
Sultan Abdulhamid, Enver Paşa, Sultan Reşad, Sultan Vahdeddin ve Mustafa Kemal’in siyasi duruşlarının değil, devletin taşıyıcısı olduğuna inandığı medeniyete kendini merbut kılmasına rağmen siyasetin gadrine uğramıştır. Ancak, onun toplumcu tahlillerinde siyaseti baş sorumlu görmek yerine genel bir eleştiri dili kullandığına şahit oluyoruz. Bu dil, onu güncel siyasetin bir parçası olmaktan koruyor. Nitekim Safahat’ın 1911’den başlayarak oluşturduğu nüshalarındaki bir çok şiirinde kelime ve kavramlarda değişikliğe gitmiş, hatta bazı mısraları yeni baskılarda kaldırmıştı.
İkbal’in daha çok Mevlana’nın Mesnevi’sinden beslenen dil ve üslubunun onun felsefeci olmasına karşın, mana ile yoğrulmasına neden olduğunu görüyoruz. Hatta, Mesnevi’nin ruh halinin İkbal’deki felsefi alt kültürle yeni bir harmoniye dönüştüğü çok açıktır. Bu yanıyla Akif ve İkbal aynı devrin farklı coğrafyalardaki sancılarını çeken, ancak onun tespiti ve çözümünde üslup farklılığından öteye gitmeyen, aynı öz’den beslenen bir yolda buluşan “dostlar” dır diyebiliriz.
İkbalde’de gündelik politik bir yanaşma olmamış, İstanbul’a sadık, ama kendi coğrafyasının kaderiyle kendi kaderini birleştirmiş bir aydın ahlakı görürüz. O’da Akif gibi eleştirilerini genel çerçevenin içinden yapar ve bu eleştiriyi Akif Sadi’den hikayeyle gerekçelendirirken İkbal, Mesnevi’den hikayeyle gerekçelendirir.
Bu anlamda Akif ve İkbal’de görülen ortak başlıkların; Kur’an, iman, tevekkül, şatahat-feryad, insan/melek, islam birliği, miliyet, çalışmak, sanat, muallim, taklit gibi ana konular etrafında olduğu görülüyor.
Doğu ve Batı edebiyatlarına vukufu bulunan Akif ve ikbal, tefekkür şairliklerinin yanı sıra, zaman zaman birer gönül şairi, ilham ve ilahi duyguları terennüm eden birer tasavvuf/tekke şairi gibidir. Mehmed Akif ve Muhammed ikbal, Türkiye ve Pakistan’da hürriyet ve istiklal aşkını imanlı coşkun şiirleriyle terennüm eden iki şairdir. A. Schimmel de bu durumu şu sözleriyle dile getirmektedir: “Muhammed ikbal’in, Müslüman şair sıfatıyla yazdığı bazı şiirleri, kendisiyle aynı çağda yaşayan ve aynı maksatla şiir yazan Mehmed Akifin şiirlerine benzemektedir, der.(1)
Münevver Ayaşlı’da ikbal’in Türkiye’deki muadilinin Mevlana (672/1273) değil Mehmed Akif olduğunu ifade eder.(*) A. Schimmel ise, Hintli olmayan Müslümanlardan ilk olarak Muhammed ikbal’in kıymetini itiraf eden şahsın Mehmed Akif olduğu kanaatindedir. Ki, AKif, İkbal’in şiiriyle tanıştığında adeta meşk olmuş bir halde, “çağımızın Mevlana’sı” cümlesini kurmuştur İkbal için.
Akif ile ikbal arasındaki ilk mektuplaşma 1930 yılından sonra Akif, Kahire’de iken gerçekleşmiştir. Akif’in damadı Ömer Rıza Doğrul Konya’da “Mevlana ve ikbal” üzerine bir konferans vermiş ve bu konferansta ikbal’in Akife gönderdiği mektubu okumuştur. Farsça mektubunda ikbal şu cümlelere yer vermektedir: “Türk milletini, modern Türkiye’yi çok seviyorum. Bir gün Türkiye’yi hususen Mevlana-i Rümi’nin Konya’daki mübarek makamını ziyaret etmek isterim. O mübarek toprakların beni, Mevlana’nın naçizane bir müridi olarak kabul etmesini niyaz ediyorum. Gönlümün derinliklerinde bir gül bahçesi görür gibiyim. Ortasında alev alev bir ateş yanmakta ve ben pervaneler gibi o ateşe doğru koşmaktayım. O ateş Mevlana-i Rümi’nin aşkı ve sevgisidir.”(2)
Mehmed Akif, ikbal’in Farsça şiirlerini okur okumaz kendisine benzediğini farketmiş ve şunları yazmıştı: “Evvelki hafta bana Hind’in islam şairi Muhammed ikbal’in iki manzum eserini gönderdiler. Ben bu şairin ufak bir risalesini Ankara’da görmüş ve sahibini kendime benzetmiştim. Şarkta yetişen tasavvuf büyüklerinin bütün şiirlerini okuduktan sonra Garp felsefesini adamakıllı hazmeden ikbal, hakikaten yaman şair. Zaten Hint Müslümanlarından ismini bilmeyen, şiirlerini ezberlemiş olmayan yok. Urdu lisanında yazılmış olmak tabildir. Ancak benim gördüklerim Farisi. Mevlana’yı çok okumuş, çok sevmiş. Ona mürşidim diyor. Nezdimdeki iki eserin biri Peyam-ı Maşrik’dir. Çok güzel gazelleriyle kıtaları var. Gazelierin bir ikisi bana sarhoş gibi nara attırdı.” (3)
***
İkbal’İn Pakistan ve Hint Coğrafyasındaki tesirini Anadolu’daki kurtuluş harbinde gödnerdikleri maddi ve manevi yardımlarla tarih kaydetti. Ancak yazımı onun evladı Dr. Cavid İkbal’in yakın zamanda bir röportajda kullandığı cümlesiyle bitireyim; ” (Pakistan) Tarihindeki ikinci büyük ayaklanma, Anadolu’daki Halife için başladı. Âlimlerimiz Hilafet’in korunması için cihat çağrısı yaptılar. Hint kıtasında yaşayan Müslümanlar tarafından Halife’nin kurtarılması için başlatılan ayaklanma Anadolu’dan gelen haberlerle sona erdi. Çünkü bizim dedelerimiz Hilafet için savaşırken, Anadolu Hilafet’i kaldırmıştı. Bu özellikle Hint kıtasında yaşayan Müslümanlar için büyük şaşkınlığa neden oldu. Üçüncü ayaklanma ise, Pakistan’ın kurulması için başlatılan ayaklanmadır. Bu ayaklanmanın fikir babalarından biri de babam Muhammed İkbal’di. Bu sefer başarılı olundu ve sonunda Pakistan kuruldu.” (4)
(*) Münevver Ayaşlı, lşittiklerim Gördüklerim Bildiklerim, Güryay Mat., istanbul1973, s.154.
(1)Muhammed ikbal, islam’da Dini Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, çev., Safi Hı:ıri, Çeltüt Matbaacılık, lstanbul1964, s.XIll, (A. Schimmel’in “Eseri Takdim” yazısından.)
(2) Mehmet Önder, “ikbal’in Yaşamı ve Mevlana Hayranlığı”, Pakistan Postast, Cilt: 24, Sayı: 1, Ocak 1976, s. 14, ss.5-6, 14; a.mlf., “Mehmed Akif ve Muhammed ikbal”, Türkçe ik baliyat (ik bal Akademisi Dergisi), iqbal Akademisi, Pakistan, 1993, s.106-107.
(3) Eşref Edip, Mehmed Akif, s.240;
(4) http://www.roportajgazetesi.com/twitter-roportaj-cavit-ikbal-c3445.html
Sebilürreşad Nisan-2018