Hürriyet fikri, kölelik düzeninden sıyrılmak için imparatorlukların üzerinde durmadığı “bireysel” bir alandı. Kölelik düzeni vardı ve “bireysel özgürlük” ancak “asil”lere tanınmış bir haktı.
Köleliğin tarihi fazla üretimle eşzamanlıdır
İnsanların ancak kendi yaşamlarını sürdürebilecek kadar üretebildikleri eski çağlarda kölelik yoktu. Zamanla üretimde kullandıkları araçlar geliştikçe tüketebileceklerinden daha fazla üretmeye başladılar. Üretim teknikleri, arazi koşullarının işlenmesi ve artan nufüsla daha çok üretme ve kazanma arzusu sistematik “işçiliği” doğurdu. Bu üretim ahlakı savaş tutsaklarını öldürmek yerine kendileri için çalıştırmaya başlayan bir ahlaka evrildi ve onların ürettikleri fazla ürüne el koydular. Böylece köleler ve kölelik doğmuş oldu.
İsa’dan önce 72’de İtalya’da Spartaküs ayaklanması bir köle isyanıdır. Zor koşullarda hayat sürdürülen bu insanlar dünyayı yönetme arzusundaki devletlerin; önce tarım sonra sanayi alanındaki insan kaynağına dönüştü. Dünya’da köleliğin kanunla yasaklandığı Danimarka örneğinden neredeyse yüzyıla yakın sonra İngilitere’nin yasa düzleminde köleliği yasakladığı görülür. Oysa aynı yıllar ABD için kızılderililer sonra da Afrika’dan getirilen zenciler tarım ve sanayide iş gücü olarak kullanılmıştır.
İslam’ın Mekke şehir devletinde varlık gösterdiği ilk alan “Allah katında köle ile efendisinin eşit olduğu” düşüncesiydi. Mekke emirleri için kabul edilemez bu düşünce, yerleşik düzenin vazgeçilmezi olduğu içindi. Zira efendiler’in köleleri onlara dair tüm hizmetleri görür. Buna mukabil köle’nin barınma, yeme içme’sini üstlenirdi. Bağımsız bir “insan” gibi davranma hakkı, özgür iradesi köle pazarında satıcıya ödeme yapılırken satın alınmıştı. “islam olmak, insan olmakla; özgür kalmakla” eşdeğer hale geldi. İslam’ın “garipler” eliyle inşaası onların hayatına dokunan ilahi ayetlerle anlam kazandı. Vahiy, “yaratılmışların içinde en şereflisi” diye tanımladığı insana o “şerefli” ve “asil” halini hatırlattı ve değerli kıldı.
“özgür irade”nin bir meta vasfıyla alınıp-satın alınabilen bir değer olduğu cahiliye devri anlayışıydı. Roma, Bizans uygarlığı’nın dünyaya hakim olan idaresi bu anlayışı değiştirmek yerine geliştirdi ve “köleliğin ticareti” yapılır oldu. Öyle ki Liverpool gemileri üç kata ayrılır; kadınlar, erkekler ve çocuklar ayrı kompartımanlarda istif edilir. Olası bir isyan için köleler birbirlerine zincirle bağlanırdı. İnsani ihtiyaçlarını da çoğu zaman oturdukları yerde yaparlar bu nedenle uzun süren gemi seyahatlerinde yarısı hastalık ve salgınlardan telef olurdu.
İnsanlık, insanlık dışı bu uygulamaları terkedeli uzun zaman oldu.
Bugün kimse kalkıp istif halinde gemilerden, kölelerden bahsedemez. Ancak modern devletler gelişen üretim imkanları, şehir hayatının köy hayatından ayrışması ve gelişmesi ile sanayinin gelişmesi ve şehir hayatında insanların hayat koşullarını sürdürme mecburiyetleri onları hızlı üretim imkanlarının işçisi durumuna getirmiştir.
Devlet – üretim imkanları
Köleliği doğuran nedenler arasında gördüğümüz “üretimde kullanılan araçların gelişmesi ve insanın tüketebileceklerinden daha fazla üretmeye başlaması” düşüncesi, göçebe hayatın yerleşik hayatla yeni bir düzene evrilmesi ve “aşiret-asabiyet” aidiyetinin “devlet” fikrine dönüşmesiyle üretim ve tüketim ilişkisi ticareti-sanayiyi ve tüketim kalemlerini sistemli bir hale getirdi. Geçmişte savaş esirlerini tarımda çalıştırarak köleliği tetikleyen sistem, şimdi fabrika, avm, mağaza kültü içinde insanı bu sistemin bir esiri haline getirerek bir yandan üretimin unsuru kılarken, öte yandan tüketicisi haline getirdi.
Ahlak – İnsan
Şehir hayatının üretim fonksiyonları içinde yer alan insanlar, bu fonksiyonları yerine getirirken kanun, hukuk, yönetmelik, sözleşme gibi müeyyideler etrafında “sözleşmeye dayalı” ilişkiler geliştirmek zorunda kaldı. Devlet, bu sözleşmelerin takipçisi, toplumu adına “kanun koyucu” vasfıyla bir erk olarak varlık gösterdi. İşçi sınıfının gelişen demokratik durumla beraber sendikalaşması, örgütlü kitlesel bir yapıya dönüşmesi “üretim fonksiyonları”nın ayrılmaz parçası olmasından kaynaklanıyordu. Sendikalaşmayla birlikte devlet mekanizması toplumsal ihtiyaçları planlayan, dağıtan ve bundan vergi alarak gücünü koruyan yanını, o üretimin unsuru olan işçinin işvereni olsa dahi gelişen şartları gözönünde tutarak ödemelerini takdir etmesi gereken bir karar organı kıldı.
İş ahlakı, işçi ahlakı, işveren ahlakı diye adlandırılan “ahlak” öğretileri bu üretim-tüketim-dağıtım organizasyonunu sağlıklı bir şekilde yürütmek için ortaya konulmuş soyut normlardır. Ancak bunca soyutluğuna rağmen gerekçesini toplumun; kültür, tarih ve sosyolojisinden alan metinler olmuştur.
Adalet – İnsan
Devleti oluşturan ana unsur halkı olması, ortak kültür ve tarihi bulunması ve bir toprak parçası üzerinde bulunması sayılır. İbn Haldun’un devlet ve toplum tarifinde de bunlar vardır. Devlet’in maddi unsurlarıdır bunlar: Devleti, toplumu nezdinde var kılan onun halkın idaresi içinde uyguladığı adaletidir. Eğer adalet olmazsa devlet ve vatandaş ilişkisindeki güven zedelenir ve toplum güvenmediği bir “karara” karşı kendi meri hukukunu geliştirerek andergrand bir hukuk geliştirir. Bu, huzurun ve sosyal hayatın temellerinin sarsılması demektir.
Adalet bahsini İbn Haldun’un devlet ve millet tasavvuruna atıflar yaparak biraz daha derinleştirmek istiyorum.
İbn Haldun, Mukaddimesinde Devlet’in yıkım sürecine dair şu üç başlığı ele alır.
1.Asabiyetin Zayıflaması :
İbn Haldun, asabiyetin devletin kuruluşunda olduğu kadar yıkılışında da büyük önem taşıdığını bildirmiştir. Ona göre, devletin kurulup genişlemesinden sonra, devlet yöneticilerinin medeniyetin nimetlerine dalıp asıl gerekli olan asabiyeti unutmaları halinde devlet zayıflamaya başlar. Asabiyetin zayıflaması ilk olarak hükümdar ile halkı arasındaki ilişkide görülür. Hükümdar, hesabını veremeyeceği davranışlarda bulunduğundan, halkından korkmaya başlar. Bu durum hükümdarı yalnızlığa iter. Yalnızlık ise onu daha da korkutur. Halktan güveneceği kimse kalmayan hükümdar, yönetimi sağlamak için askere yönelir ve onu maddi açıdan doyurmaya çalışır. Ancak askerin ruhu asabiyet ile de doyurulmadığından kısa zaman sonra asker de halka katılır. Böylece asabiyetin her tabakada zayıflamasıyla devlet adım adım çöküşe doğru gider ve kısa bir süre sonra da yıkılır.
2.Devlet Yönetiminin Zulmü :
İbn Haldun, devlet yönetiminin iyiliğinin, yönetimi elinde bulunduran kişilerin niceliklerine değil, niteliklerine bağlı olduğunu; buna göre halkın menfaatlerini kollayan, halkı adaletle yöneten yönetimin iyi olduğunu; halka korku saran ve onlara zulmeden yöneticilerin yönetiminin ise kötü olduğunu söylemektedir. İbn Haldun, devlet yönetiminin zulüm tavrı içinde bulunması halinde halkın devleti savaş alanlarında bırakacağını, devleti yıkmak için isyan edeceğini belirtir. Böyle bir durumdaki devlet de yıkılmaya mahkumdur .
3.Mali Yapının Bozulması :
İbn Haldun, devletin doğasının refah ve lüksü gerektirdiğini, bu nedenle devlet yöneticilerinin gün geçtikçe bu israflı tutumun gerektirdiği masrafları devlet gelirinin karşılayamayacağını söyler. Bu durum askeri harcamalara yeterince pay ayrılmaması sonucunu da doğurur. Böylece, devlet, askeri yönden güçsüzleşir ve düşman devletlerinin saldırılarına açık hale gelir.Devlet yönetiminin israf içinde bulunması, fazla harcamaları karşılamak amacıyla halkın vergi borcunu arttırır. Ayrıca vergi alanlarını da arttırır. Yani her türlü alışverişten, pazarlara giriş çıkışa kadar her alana ve iktisadi faaliyete vergi koyar. Vergilerdeki bu artışlar halkın devlete olan güvenini sarsar. Bu durum birçok esnaf ve zanaatkârın işini bırakması sonucunu doğurur. Bu takdirde vergi yükümlülerinin azalması nedeniyle vergilerde de azalmalar görülür. Vergilerin azalması vergi oranlarının arttırılmasını doğurur. Böylece bu yapı kısır döngü içerisinde devam eder. Sonuçta devlet ekonomik olarak zayıflar. Böylece bir tavır içerisine giren devletin sonu yıkımdır. Bunu önlemenin çaresi ise yoktur .
Osmanlı’nın yıkımına öteleyen bir rapor!
Osmanlı’nın devlet idaresinin zayıfladığı bir dönemde Sultan IV. Murat ve kardeşi Sultan İbrâhim’e sunduğu risâleleri ile tanınan 17. yüzyıl Osmanlı devlet adamı olan Arnavut asıllı Mustafa Efendi (Koçi Bey), devlet’in içinde bulunduğu durumu cesaretle Sultan’a arz eden bir “yüksek danışman” olarak tarihte yerini almıştır.
Koçi Bey Risaleleri, birisi Sultan IV. Murat’a, diğeri de Sultan İbrahim’e sunulan iki risaleden oluşmaktadır. Risaleler, kullanılan dil ve metod bakımından farklılıklar göstermelerine rağmen, genel hatları itibariyle birbirlerine benzer. Risâlenin birinci kısmında alınması îcâbeden tedbir ve tavsiyelere yer verilmiştir.
Koçi Bey, risalesinde, bu tavsiyelerini edeb dairesinde sıralamış, ancak cesaretle hata ve kusurları ele almıştır. Bu nedenle de Sultân’ın takdir, tebrik ve teveccühünü kazanmıştır. Sultan dörüncü Murâd Han’ın ıslâhat teşebbüsleri ve idâri tedbirleri Koçi Bey risalesini okuduktan sonradır. Böylece Sultan, devlet idaresinde ihmâl ve suistimâileri cezalandırmış, rüşvet ve iltimasla mücâdele etmiştir.
Üslup açısından daha üst düzey ve dil açısından daha ağdalı bir yapıdadır. Edebî bir Osmanlıca ile yazılmıştır. Birinci bölümde devlet teşkilatındaki bozuklukları anlatan Koçi Bey, hükümdarlık makamını bile tenkit edecek cesareti göstermiştir. İkinci bölümde ise bütün bozuklukların düzeltilebilmesi için alınması gereken tedbirlere yer vermiştir. Bu risale, kısa kısa yazılmış yirmiiki bölümden oluşmaktadır. ilk bölümde Osmanlı devlet ve toplum düzeninin temel ilkesini belirtilir ve bunu problemlerin çözümü olarak sunar: Memleket ve millet düzeninin, din ve devlet kaidelerinin pekiştirilmesinin çaresi, Hz. Muhammed(sas)’in getirdiği esaslara bağlanmaktır. Sonraki beş bölümde önceki padişahların, vezirlerin, divan ehlinin, nedimlerin, din âlimlerinin ahvali ve Osmanlı sistemi içerisindeki rolleri hakkında bilgi verir. Tımar sistemini anlatarak devlet sistemi içerisindeki önemini belirtir. Bundan sonraki üç bölümde tımar ve zeamet sistemindeki, saraydaki devlet görevlileri arasındaki, yeniçeriler ve diğer askerler arasındaki bozulmanın sebeplerini ve nasıl başladığını ele alır.Koçi Bey, bilhassa mülki ve askeri teşkilatın basamak basamak nasıl dejenere edildiğini, devlet adamlarının alenen rüşvet aldığını, memuriyetlerin rüşvetle satıldığını, saray ağalarının memlekete sahip olduğunu, sipahi zorbalarının ve devlete karşı isyan eden eşkıyanın halkın sırtından geçindiğini, bu yüzden halk tabakasının ıstırap çektiğini ifade eder.
***
Devlet, devletimiz bu tarihi tecrübelerden mutlaka istifade etmesini bilmelidir. İsraftan tevazuya, yeni vergiler koymak yerine vergi yükünü hafifletmeye, devlet bürokrasisinden rüşveti kaldırmaya, toplumsal birlikteliği sağlamaya çalışmak kaçınılmazdır. Koçi Bey’in risalesinde de atıf yaptığı gibi bir devletin yıkımı sadece hükümdarın uygulamalarından değil, devleti oluşturan tüm unsurlardaki zaafiyetlerden kaynaklanır. Koçi Bey, “diğer unsurları” yazarken; vezirlerin, divan ehlinin, nedimlerin, din âlimlerinin ahvali hakkında da risalesinde sert dokunuşlar yapmıştır.
Ahlak hayatımızın önsözü, vazgeçilmezidir. Adalet yürüdüğümüz zemin, üzerinde nefes alabileceğimiz yeryüzüdür. Hürriyet ise bu yeryüzünde Allah’ın verdiği akılla; emanet ettiği hayatı “tercih” ettiklerimizle renklendirme sahamızdır. Bu sahayı korumak devletin vazifesidir. Bu sahada nefes alırken diğer insanların sahalarında nefeslerini kesme girişimine karşı “kanun” ve “yönetmelikler” ve toplumsal “ahlak” devreye girecektir. Her ihlal bu raddede cezalandırılmalıdır ki; adalet terazisi şaşmasın.
Son söz;
Bizans’ın surları önünde ilerleyen Fatih, savaşı sadece karadan yürüüttüğü gemilerle değil, fethettiği bölgelerdeki halkın din, sosyal hayat ve kültürüne müdahale etmemesine de borçludur. En güç koşullarda bile Ortodoksluk’tan vazgeçmeyen Bizans halkı, Latinler’e borçlu kalmaktansa Osmanlılar tarafından yönetilmeyi bu yüzden tercih ediyorlardı. Nitekim Gennadius’un müttefikleri arasında en başta geleni Grandük Notoras, Bizanslılar’ın duygularını “Şehirde Latin külahı görmektense Türk sarığını yeğlerim” diye en veciz biçimde ifade etmişti.
Bu sözü Notaras’a, Ortodokslar’ın 150 yıldır şahit oldukları ve dönemine göre çok ileri bir anlayış olan Osmanlı tecrübesi söyletmişti. Osmanlı Beyliği kurulduktan sonra fethettiği bölgelerdeki halkın dinine karışmamış, onlara ibadet özgürlüğü vermişti. Balkanlar’da Ortodoks bölgeleri ele geçiren Venedik ve Macarlar ise Katolikliği de yanlarında getirmişlerdi. Bu yüzden Balkanlar’daki Ortodokslar Osmanlı yönetimini Katolik, Macar, Venedikliler ve Bizans’a tercih etmişlerdi.